yy-1.jpg
1. Çok Hücrelilik
Çok hücrelilik kavramını en iyi anlayabile­ceğimiz yerlerden biri, banyomuz. Çünkü banyoda yıkanırken kullandığımız şey genel­likle evrimin en büyük keşiflerinden biri ya da en azından bu keşfin plastik bir kopyası: çok hücreli yaşamın temel bir örneği olan süngerler.
Çok hücreli yaşam, canlıları yalnız başına yaşayan hücrelerden fantastik karmaşık be­denlere dönüştüren muhteşem bir yenilik ha­reketinin sonucu. En az 16 kez evrimsel dö­nüm noktalarından geçen bu harekete hay­vanlar, kara bitkileri, mantarlar ve algler za­man İçinde dahil oldular. Milyarlarca yıldan bu yana hücreler, kuvvetlerini birleştirmekte-ler. Bakteriler bile karmaşık üç boyutlu yapı­da koloniler ve belirli bîr işbölümü oluştura­rak, bunu yapabiliyorlar. Ama DNA'larını çe­kirdeklerinde saklayan biraz karmaşık hücre­ler olan ökaryotlar, kendilerini sindirim ya da salgılama gibi farklı görevlere adayan ve dav­ranışları ileri düzeyde eşgüdümlü hale gelmiş hücrelerden oluşan kalıcı koloniler oluştura­rak, önemli bir sıçramaya neden oldular.
Ökaryotların bu sıçramayı gerçekleştire­bilmeleri, diğer amaçlar İçin gerekli davranış­ların birçoğunu zaten geliştirmiş olmaları sa­yesinde gerçekleşti. Tek hücreli birçok ökar-yot, bir başka hücreyle 'çiftleşmek' gibi özel
görevlere adanmış hücre türleri olarak özelle-şebiiiyor ya da farklılaşabiliyor. Ökaryotların çevrelerini algılamak için kullandıkları kimya­sal sinyal sistemleri, çok hücreli organizmala­rın sahip oldukları hücrelerin davranışlarını koordine etmek için kullandıkları sistemlere benziyor. Bu sistemlerin avlarını belirlemek ve yakalamak için yararlandıkları moleküller-se, hayvanlarda ve diğer çok hücreli organiz­malarda hücreleri bir arada tutan yapışkan yüzey molekülleriyle aynı türden.
Çok hücreliliğe giden evrim hareketinin başlangıç nedenlerine ilişkin farklı görüşler var. Görüşlerden birine göre temel neden, bir arada toplanmanın, hücreleri tek hücreli avcıların ağzı için çok büyük bir lokma hali-
ne getirerek, onları yem olmaktan korumaya yardım ediyor olması. Bir başka görüşe gö­reyse, tek hücreliler belirli bir zaman dili­minde yalnızca tek bir şey yapabiliyorlar. Sözgelimi, birçoğu, hareket etmelerine yara­yacak kamçıyı oluşturma sürecindeyken bo-lünemiyor. Ama bir koloniyi oluşturan hüc­reler, üstlerine düşeni belirli bir sırayla yap­tıklarında, koloninin aynı zamanda hem ha­reket etmesi hem de bölünen hücre içerme­si mümkün.
Araştırmacılar şimdilerde ilk çok hücreli­lerin en yakın akrabalarının kalıtsal özellikle­rini inceleyerek, bu canlıların biyolojik yapısı­nı yeniden oluşturma çabası İçindeler. Yüz milyonlarca yıl öncesindeki tek hücrelileri mercek altına alarak yürütülen bu çalışmala­rın amacı, hayvanların 6ÜÜ milyon yıl önce nasıl olup da bu tek hücrelilerden evrimleş-tiklerinİ anlayabilmek. Araştırmacıların en önemli iz sürme kaynaklarıysa, bu sürecin ha­len yaşayan tek tanıkları olan ve ortak bir geçmişi paylaşan "koanoflagellatlar" ve sün­gerler.
Tek hücreli yaşam, hem biyokütle hem de tür sayısı bakımından çok hücreli yaşama bü­yük bir fark atmış olduğu İçin, bu bakımdan çok daha başarılı bir yaşam formu olduğu ke­sin. Ancak, çok hücreli yaşamın da çok daha güzel ve etkileyici olduğu, tartışmasız bir ger­çek.
yy-2.jpg
BİLİM veTEKNİK 70 Eylül 2005
2. Göz
Ortaya çıkışlarıyla yaşamın kurallarını ge­ri dönüşü olmayan şekilde değiştiren gözler henüz yokken, yaşamın hakimleri ağır hare­ket ederek denizin çevresinde tembel tembel dolaşan yumuşak bedenli solucanlardı ve bunların hakimiyetindeki bir yaşam kuşku­suz daha sakindi. Evrimin göz buluşu, çok daha vahşi ve rekabetçi bir dünyanın oluş­masında öncü bir rol oynadı. Hayvanların et­kin avcılar haline gelmelerini olanaklı kılan görme yeteneği, evrimsel bir savaşı harekete geçirerek tüm gezegeni kapsayan önemli bir değişime neden oldu.
İlk gözler yaklaşık 543 milyon yıl Önce, Kambriyen döneminin başında Redlichia di­ye adlandırılan bir trilobit (vücudu üç parça­dan oluşan, soyu tükenmiş deniz eklemba­caklısı) grubunda ortaya çıktı. Büyük olasılık­la ışığa duyarlı çukur bölgelerden evrimleşen bu gözler, modern böceklerinki gibi birleşik­ti. En dikkat çekici noktalardan biriyse, fosil kayıtlarında rastlanan bu ilk gözlerin dikkat çekecek kadar kısa bir sürede ortaya çıkmış olmaları. 544 milyon yıl öncesinde yaşamış trilobit atalarına ait fosil kayıtlarında gözlere rastlanmazken yaklaşık bir milyon yıl sonraki trilobit fosil kayıtlarında karşımıza çıkan göz­ler, dikkatleri bu gizemli "milyon yıl" içinde ne olduğu sorusuna çekiyor. Gözlerin bütü­nüyle birdenbire ortaya çıkamayacak düzey­de karmaşık yapılar olduğunda herkes hemfi-kirse de, yapılan hesaplamalar, ışığa duyarlı hücrelerin evrim geçirerek tam bir göz haline gelmesi İçin, yalnızca yarım milyon yılın ye­terli olacağını ortaya koymuş durumda.
Ancak bu sonuç, arada yaşanan değişi­min önemsiz olduğu anlamına gelmiyor, ilk hayvanların ışığı farketmesini ve ne yönden geldiğini anlamalarını sağlayan ışığa duyarlı hücreler, Kambriyen döneminden çok uzun süre öncesinde de olasılıkla vardı. Denizana­sı, solucan ve benzeri pek çok ilkel canlı ta­rafından hâlâ kullanılmakta olan bu tür gö­mülü duyu organlarının varlığı, hiç yoktan daha iyiyse de, bunlar tam anlamıyla "göz" değiller. Gerçek bir gözün, görüntü oluştur­mak için kullanacağı ve ışığı odakiayabilen bir merceğe gereksinimi var.
Evrimin bu buluşuna rastlayan tek hay­vanlar, trilobitler değildi. Her ne kadar gene­tik deliller tüm gözler İçin tek bir atayı öne sürse de, günümüzde biyologlar gözlerin bir­çok farklı neden sonucunda bağımsız olarak
Bir sinir sistemi, hareket ve bellek gibi son derece kullanışlı iki temel şeyin gerçek­leşmesini olanaklı kılar. Eğer bir bitkiyseniz, besin kaynağınızın ortadan kaybolması sizin için tümüyle kalıcı, değiştiremeyeceğiniz bir durumdur. Ama eğer kaslarınızı kontrol ede­bilen bir sinir sisteminiz varsa, dolaşıp çevre­nizi inceleyerek kendinize besin ya da barı­nak kaynakları arayabilirsiniz.
En basit sinir sistemi denizanaları, deniz kestaneleri ve yaban lalelerinin! de kapsayan "knidaria" şubesi üyelerindeki halka biçimli devrelerdir. Bu canlılar çok akıllı değilseler
evrimleşmiş olduklarına İnanıyorlar. Ama her iki yaklaşım da, trilobitlerin İlk oldukları konusunda hemfikir.
Gözlerin evrimleşmesi konusu ele alındı­ğında, ortaya çıkış zamanları kadar Önemli bir diğer soruysa, nasıl bir fark yarattıkları. Erken Kambriyen döneminin görüş yetene­ğinden yoksun dünyasında görme, bir süper-güç anlamına geliyordu. Sahip oldukları göz­ler sayesinde triiobitler, kendilerinden önce hiçbir hayvanın yapamadığı biçimde, yiyecek arayabilen ve bu yiyeceğin peşine düşebiien ilk etkin avcılar oldular. Tabii avları da bir karşf-evrim sürecine girmek zorundaydı. Böy­lece, ilk gözlerin ortaya çıkmasından yalnızca birkaç milyon yıl sonrasında gözlere sahip ol­mak sıradanlaşırken, hayvanların tümü de daha hareketli ve etkin hale gelmişlerdi.
Ancak görüş yeteneği bütün canlıları kapsamıyor. Otuz yedi çok hücreli hayvan şubesinden yalnızca altısının görme yetene­ğini geliştirebildiği göz önüne alındığında, gözler pek de büyük bir evrimsel keşifmiş gi­bi görünmeyebilir. Ama görme duyusuna sa­hip bu altı şubenin (bizim de içinde yer aldı­ğımız omurgalılar, yanısıra eklembacaklılar ve yumuşakçalar da dahil) dünyadaki en bol, yaygın ve başarılı hayvanlarını içerdiğini ha­tırlamak, bu düşüncenin değişmesi İçin ye­terli olacaktır.
de, sahip oldukları bu basit sinir sistemi saye­sinde gereksinim duydukları şeyleri arayıp bulabilirler ve çevrelerindeki dünyayla bitkile­rin yapabileceğinden çok daha üstün bir dü­zeyde etkileşim kurabilirler.
Büyük olasılıkla Kambriyen dönemi solu­canlarında ortaya çıkmış olan bir sonraki ev­rimsel adım, hareketlere daha çok amaç ver­meyi sağlayan bir tür kontrol sistemiydi. Bu tür bir ilkel beyin aslında, ağları organize et­meye yardımcı olan bir iletim sisteminin basit bir parçasıydı. Böyle bir İlkel kontrol sistemiy­le donatılmış halde suda yaşayan ilk canlıla-
yy-3.jpg
3. Beyin
Beyin genellikle bizlere dil, zeka ve bilinç gibi temel insan davranışlarımızı armağan eden, evrimin en üst düzeydeki başarısı ola­rak görülür. Aslında tüm bu davranışlardan daha öncelikli olarak, beynin evrimi, yaşamı bitkiselliğin Ötesine geçirerek çok daha vuru­cu bir etki yapmış oldu. Beynin evrimiyle bir­likte organizmalar ilk kez, çevrelerindeki de­ğişimlere ayak uydurabilmeye başladılar. Üs­telik bir-iki kuşağı geçmeyen bir zaman ölçe­ğinde.
Eylül 2005
BlLlMvcTEKNIK
yy-4.jpg
(ön) korteksin kararlar ve sosyal etkileşimler­le ilişkili olan en gelişkin bölümlerinin, ağız, dil ve sindirim organlarının hareketi ve tatla kokuyu denetleyen bölümlerin hemen yanın­da yer alması, rastlantıya benzemiyor. Zaten insanların potansiyel eşlerini öpmelerinin al­tında yatan da büyük olasılıkla, herhangi bir şeyi yoklamak ya da kontrol etmek için bildik­leri en 'ilkel' yöntemin bu olması.
5. Fotosentez
Evrim içinde yer alan keşiflerden pek azı, yaşam İçin güneş ışığından enerji yakalamak yeteneği gibi çok derin bir sonuç yaratmıştır. Fotosentez olmasaydı, atmosferde çok az ok­sijen olacak, yeryüzünde hayvan ve bitkiler barınamayacaktı. Yaşamı bu kısıtlamalardan kurtaran fotosentez, açığa çıkardığı oksijen yoluyla yaşamın doğuşu için gerekli zemini hazırladı.
Fotosentez öncesi yaşam, enerji kaynakla­rı sülfür, demir ve metan olan tek hücreli mikroorganizmalardan oluşuyordu. Günü­müzden yaklaşık 3,5 milyar yıl Önce, bunlar­dan bir kısmı, büyüme ve enerji kaynağı ola­rak gereksinim duydukları karbonhidratları üretmelerine yardım edecek şekilde, güneş ışığından enerji yakalama yeteneğini geliştir­diler. Bu başarıya nasıl ulaştıkları hâlâ belir-sizse de genetik çalışmalar, ışığı toplayan bö­lümlerin, moleküller arası enerji aktarımını yapan bir proteinden evrimleştiğini ve böyle­ce fotosentezin ortaya çıktığını öne sürüyor.
Ancak evrimleşme sürecinin ilk aşamala­rında açığa çıkan şey, oksijen değildi. Hidro­jen sülfat ve karbondioksit başlangıç malze­meleri olarak kullanılıyordu ve sonuçta kar­bonhidrat ve sülfür açığa çıkıyordu. Süresini
yan, hem genlerimiz hem de deneyimlerimiz tarafından şekillenen, biz insanlara özgü si­nir ağlarında yatıyor. 2001 yılında tanımla­nan ve dille ilişkisi olduğu belirlenen ilk gen olan F0XP2'nin ardından, kuşkusuz diğer genler de gelecek.
Ama öyleyse şempanzeler ve diğer meme­liler gibi yakın evrimsel akrabalarımız dil ko­nusunda neden benzer yeteneklere sahip de­ğiller? Günümüzde yapılan son çalışmaların bu soruya Önerdiği yanıt, insan ve şempanze­lerin sahip olduğu birçok ortak genin insan beyninde yer alan biçimlerinin, şempanzele-rinkinde yer alanlardan çok daha etkin du­rumda olması. Ayrıca yeni doğmuş insanla­rın beyinlerinin yeni doğmuş şempanzelerin-kinden çok daha az gelişmiş durumda olma­sı, sahip olduğumuz sinir ağlarımızın, dilbi-limsel bir ortam içinde geçen yıllar boyunca gelişerek şekillendiği anlamına geliyor.
Dil, kendisine sahip olanlara biyolojik olanın tamamen ötesine geçme olanağı tanı­dığı İçin, biyolojik evrimdeki en son nokta olarak kabul ediliyor. Dilin varolmasıyla bir­likte atalarımız kendi çevrelerini kendileri yaratıp, genetik değişimlere gereksinim duy­maksızın ona uyum sağlayabildiler. Bu çev­re, bizlerin bugün "kültür" olarak adlandır­dığımız şeyin ta kendisi.
rın en önemli önceliği, besin bulmaktı. Orga­nizmaların yararlı besinleri zehirli olanların­dan ayırmaları gerekir ve bunu yapmada da onlara beyinleri yardımcı olur. Çevrenizdeki hangi hayvana bakarsanız bakın, beyninin ağ­zına yakın olduğunu görürsünüz. Hatta en il­kel omurgasızların bazılarında, yemek boru­su doğrudan beynin içinden geçer.
Beyinle birlikte, çevresel koşullan algıla­mayı sağlayan duyular, bir de bellek gündeme gelir. Bu ikisi bir araya geldiğinde, hayvanlar işlerin iyiye ya da kötüye gidişini gerçek za­manlı olarak izleyebilir hale gelirler; bu da ba­sit bir öngörü ve ödül sistemini olanaklı kılar.
Böcekler, sümüklüböcekler ve solucanlar gibi gerçekten basit birer beyine sahip hayvanlar bile deneyimlerini kullanarak bir sonraki adımda yapılacak ya da yenilecek en iyi şeyin ne olduğunu öngörebilir ve kendi içlerinde doğru seçimleri ödüllendiren bir sistem kura­bilirler.
İnsan beyninin sosyal etkileşim, karar ver­me mekanizmaları ve empati kurma gibi daha karmaşık tüm işlevleri, besin girişini kontrol eden bu basit sistemlerden evrimleşmiş gibi görünüyor. Ne yiyeceğimize karar vermemizi kontrol eden duyular gelişerek, sezgisel ka­rarlar haline geldi. İnsan beynindeki frontal
çıkıldığında akla gelen ilk soruysa, bu canlı­nın insan dışındaki diğer hayvanların, özel­likle de memelilerin beyinlerinde neden ken­dine bir yaşam ortamı kuramadığı. Bu soru­nun yanıtı, dilbilgisi kuralları için gereken hi­yerarşik süreçleri yerine getirmemizi sağla-
4. Dil
İnsanlar sözkonusu olduğunda dilin, ni­hai bir evrimsel yenilik olarak ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor. Bilinç, empati ya da zihinsel zaman yolculuğundan, sembolizm, dinsel ya da ahlaki görüşlere kadar bizleri özel kılan çoğu şeyin merkezinde dil bulu­nur. Türümüz için tanımlayıcı bir faktör olan dil, bilginin düzenlenmesi ve bir kuşaktan di­ğerine aktarılma biçimini temelden değiştir­miş olması nedeniyle, evrimsel sınıflandırma­da bir sıçrayış noktası olarak yerini alır.
Atalarımızın bu sıçrayışı nasıl gerçekleş­tirdikleri, bilimdeki en zor problemlerden bi­ri. Konuyla ilgili biliminsanlan, alt cümlecik­lerin hiyerarşik dizilimi yoluyla "anlam"ı oluşturan, yani sözdizimi ve dilbilgisi içeren karmaşık yapıdaki dilin, bütünüyle bir sefer­de evrimleştiğine dikkat çekiyor. Yalnızca in­san beyni dil üretebiliyor ve genel inanışın aksine, bu yetenek beynin bu konuda özel­leşmiş belli bölgeleriyle sınırlı değil. Bu böl­geler zarar görse bile, beynin diğer bölümle­ri dil geliştirme görevini devralabiliyor.
Beynin şaşırtıcı düzeyde büyük bir kısmı dil gelişimine destek olabildiği için dil, yaşa­yabileceği ortam tüm bir insan beyni olan bir canlıya benzetilebilir. Bu benzetmeden yola
yy-5.jpg
BİLİM.veTEKNİK 72 Eylül 2005
yy-6.jpg
yakmak için etkin bir araç olmanın yanısıra, yaşamı korumaya da yardımcı oluyor. Dünya­mız sürekli olarak güneşten yayılan öldürücü morötesi ışınların bombardımanı altında. Bu zararlı morötesi ışınların büyük bir kısmını filtreleyerek bizi bu bombardımanın etkisin­den kurtaran şey, oksijenli atmosferimizin bir yan ürünü olan ozon tabakası. Bugün geze­genimizde yer alan tüm biyokimyasal süreçle­rin oluşumu güneş enerjisi sayesinde gerçek­leştiğinden, hepimizin yapması gereken şey, derin bir nefes almak ve yaşamın başlangıcın­da var olan oksijenden nefret eden mikroor­ganizmalara bu biyokimyasal eğilimlerinden ötürü teşekkür etmek.
7. Ölüm
Genellikle bilinen anlamıyla ölüm canlıla­rın açlık, yaralanma ya da yaşlanma gibi çeşit­li nedenler sonucunda yaşadıkları bir süreç. Ama hücrelerin, sağladığı yarardan ötürü yok olmayı seçtikleri farklı bîr ölüm türü, bir baş­ka deyişle, evrimsel bir strateji olan bir ölüm türü de var.
Bu durumun en belirgin olduğu mekaniz­ma, tüm çok hücreli organizmaların kendİler-nî yok etme mekanizmaları olan "programlı hücre ölümü". Elinizde beş parmağınızın ol­masının nedeni, bu parmakların arasında ya­şayan hücrelerin siz henüz bir embriyo halin­deyken ölmüş olması. Döllenmiş yumurtanın yalnızca üç ya da dört hücre bölünmesi son­rasındaki 8-16 hücrelik embriyolar, gelişimle­rinin düzgün bir şekilde ilerlemesini prog­ramlı hücre ölümüne borçludurlar. Program­lı hücre ölümünü durdurursanız, gelişme çar-pıklaşacaktır. Bu da şu anlama geliyor ki,
hâlâ kesin olarak bilemediğimiz bir evrimleş­me süreci sonunda, su gibi farklı bir kaynak kullanan ve son ürün olarak oksijen açığa çı­karan yeni bir fotosentez türü evrimleşti.
Fotosentez evriminin ilk dönemlerinde ya­şam için zehirli bir madde olan oksijen, mik­roorganizmaların, enerji kaynağı olarak kulla­nabilecekleri mekanizmalar geliştirmelerine kadar sırasını bekledi ve atmosferde birikti. Oksijenin sırasının gelmesi, yani canlıların enerji üretmek için oksijen kullanarak kar­bonhidratları yakma yeteneğini geliştirmesi, gerçekten önemli bir evrimsel buluştu. Çün­kü enerjiyi bu yolla üretmek, aynı şeyi oksi-
jensiz yapmaktan tam 18 kat etkin bir yön­temdi.
Bu noktadan başlayarak, bitkileri de kap­sayan çok hücreli karmaşık yaşam biçimleri­nin gelişimi için uygun sahnenin kurulmuş ol­masıyla birlikte, Dünya üzerindeki yaşam ile­ri düzeyde güçlü bir hale geldi. Bu yaşam bi­çimleri, fotosentez yapan kısımlarını, siyano-bakteri adı verilen fotosentetik bakterilerden ödünç aldılar. Bugün Dünya üzerindeki ya­şam tarafından kullanılan enerjinin hemen hemen tümünü doğrudan ya da dolaylı olarak üretense, fotosentezin ta kendisi.
Oksijen yoluyla yapılan fotosentez yakıt
6. Cinsellik
Cinsel üreme, yeryüzünde yaşayan türle­rin büyük çoğunluğu için tek seçenek. Hatta cinsellikten vazgeçen türlerin neredeyse tü­münün yaklaşık birkaç yüz nesil sonunda tü­kendiği gözönüne alınırsa cinselliğin, yaşa­mın kendisinin sürekliliğini sağladığı da söy­lenebilir. Biyologlar cinselliğin nasıl evrim-leştiğinin yamsıra, bu evrimin neden geriye dönmediğini de hâlâ tartışmaktalar. Tartış­manın nedeni, cinselliğin bir kaybetme stra­tejisi gibi görünüyor olması.
Evrim, iki temel nedene bağlı olarak eşey­siz üremeyi onaylamak zorunda. Bunlardan birincisi, kaynaklar uğruna verilen mücade­lede eşeysiz üreyen türlerin eşeyli olanları kolaylıkla yenebilecek olması, ikinci neden de şu: Sperm ve yumurtalar ebeveynlerden herbirinin genlerinin yalnızca yansını İçerdi­ğinden, eşeyli üremeyi kullanan bir organiz­ma genlerinin yalnızca %50'sini kendisinden sonraki nesile aktarabilir. Eşeysiz üreyen türlerse, genlerinin %100'ünü aktarmayı ga­ranti altına alıyorlar. Ama kuşkusuz bu dü­şünce biçiminde, aslında pek de doğru olma­yan birşeyler var. Çünkü böceklerin, kerten­kelelerin ve bitkilerin de aralarında bulundu­ğu ve eşeysiz üreyen birçok tür, durumu en
yy-7.jpg
nusunda hemfikir olmak, bu sürecin nasıl ev-rimleştiği konusunda bizlere bir İpucu sağla­mıyor. Eşeyli üremenin başlangıcı, DNA ona­rımı kadar olağan bir süreç bile olabilir. Ör­neğin tek hücreli olup eşeysiz üreyen orga­nizmalar zamanla genetik malzemelerini be­lirli dönemler içinde iki katına çıkarma ve daha sonra onu yeniden ikiye bölme alışkan­lığını geliştirmiş olabilirler. Bu alışkanlık on­ların yedek genetik malzeme setinden yarar­lanarak herhangi bir DNA hasarını onarma­larını olanaklı kılmış olabilir. Benzer bir DNA değiştokuşu, sperm ve yumurtaların üretimi boyunca halen gerçekleşen bir süreç. Cinselliğin evrimi söz konusu olduğunda açılan çerçevenin içinde parazitler de yer alı­yor. DNA'nın transpozon olarak bilinen 'pa-razİtîk' uzantıları, kendi kopyalarını hücre­nin normal genetik malzemesi içine ekleye­rek ürerler. Tek hücreli bir organizma için­deki bîr transpozonu düşünün. Öyle bir mu-tasyona uğruyor ki, bu mutasyon evsahibi hücrenin, yeniden bölünmeden önce başka hücrelerle birleşmesini sağlıyor. Cinselliğin bu ilkel biçimine aracı olan transpozon, bir­çok hücre arasında yatay olarak yaygınlaşa-bilir. Sonuçta da, 'parazitik cinsellik', bir po-pulasyonda bir kez ortaya çıktıktan sonra kolayca tutunup moda haline gelebilir.
azından belli bir süre için çok iyi İdare etse­ler de, eninde sonunda eşeyli üreyen türler tarafından azınlıkta bırakılmaktan kurtula­mıyorlar.
Cinselliğin bu başarısıysa, genetik 'pa­ketleri birbirine karıştırarak çeşitliliği (var­yasyonları) ortaya çıkarması ve zararlı mu-tasyonları (ki bunlar, eşeysiz üreyen birçok türün eninde sonunda yok olmasının nedeni) ortadan kaldırabilmesi gerçeğinde yatıyor. Varyasyonlarsa, yaşamın farklı çevrelere tep­ki vererek yırtıcı hayvanlar, avcılar ve özel­likle parazitlerle etkileşimi İçeren değişimle­ri olanakh kıldıklarından, çok önemli. Eşey­siz üreme bîr piyango çekilişinde hepsinin üzerinde aynı sayı yazan 100 ayrı bilet satın almaya benzetilebilir. Ama aynı piyangoda herbirinin üzerinde farklı bir sayı yazan yal­nızca 50 bilet alırsanız, bu çekilişteki şansı­nız kuşkusuz daha yüksek olacaktır.
Ne yazık ki eşeyli üremenin yararlan ko-
Eylül 2005
BILIMveTEKNİK
yy-8.jpg
rından, gezegen üzerinde yaşayan virüsler­den bağırsak kurtlarına, midyeye benzer ka­buklu deniz hayvanlarından kuşlara kadar tüm organizmalar arasında en 'güçlü' olanla­rı. Bağırsak solucanını ele alalım. Uzun, par­çalı vücudunu saymazsak, çengellerle dolu bir kafa ve yumurtalıklardan ibaret olduğu­nu söylemekle pek de haksızlık etmiş olma­yacağımız bu parazit türü, konakçısının (ev-sahibinin) sindirim sisteminin besin bakımın­dan zengin derinliklerinde yüzmenin nimet­lerinden sonuna kadar yararlanır. Bu neden­le, bir insan bağırsak solucanının, ortalama 18 yıllık yaşam süresi boyunca 10 milyar yu­murta üretebilmesine şaşmamak gerekir.
Küçük karaciğer kurdu gibi çoğu parazit-lerse, konakçılarının sunduğu nimetlerden yararlanmakla kalmayıp, onların davranışları­nı yönetme sanatında da ustalaşmalardır. Be­yinlerine genç bir kurtçuk bulaşmış karınca­ların, kurtçuğun nihai konakçısı olan koyun­lardan biri tarafından yenme olasılığının en yüksek olduğu çimenlerin tepesine doğru zorlanmışc.asına tırmanmaları, bunun bir ör­neği.
Parazitlerin tiksindirici olduklarını bir yana bırakıp, yaptıkları işteki başarılarına ba­kalım. Bu canlılar evrimin en temel itici güç­lerinden biri olmakla kalmayıp, eşeyli üreme­nin sürekliliğini sağlayan temel varsayımla­rın da başrol oyuncularından biridirler. Bir canlıdan da, yaşamın sürekliliği adına daha fazla yarar beklemek, o canlıya haksızlık olur.
Parazitler arasında evrim üzerinde en bü­yük etkiyi gösterenleri, en küçük olanlarıdır. Bakteriler, tek hücreliler ve virüsler evsahip-lerinin evrimlerini şekillendirebilirler; çünkü yalnızca İçlerinden en güçlü olanı enfeksi­yonlara rağmen hayatta kalabilecektir. İnsan­lar için de durum farklı değildir: Kuşaktan kuşağa geçen bazı kalıtsal durumlara ait gen­ler, tek kopya olarak aktarıldıklarında hasta­lıklara karşı koruma sağlayabilir. Sözgelimi, orak hücre anemisine (kansızlığına) yol açan genin tek kopyası, sıtmaya karşı koruma sağ­lar. Günümüzde de benzer evrimsel gelişim­ler devam ediyor. Örneğin AIDS ve tüberkü­loz virüsleri, bağışıklık sistemi genlerimizde bazı evrimsel değişiklikleri harekete geçiri­yorlar.
Parazit konakçılarının da parazit evrimini etkilemesi mümkün. Örneğin, insanların bir­birleriyle doğrudan etkileşimiyle bulaşan hastalıklar en az ölümcül hale gelecek şekil­de evrimleşerek, bir insanın en azından o hastalığı bir başkasına bulaştırana kadar ya­şayacağını garanti ederler.
Parazitler evrimi çok daha temel bir dü­zeyde de harekete geçirebilirler. DNA'nın "parazitik parçalan" olarak nitelendirilen ve kendilerini tüm genom boyunca kesip kopya­layabilen transpozonlar, yeni genlere dönü­şebilir ya da DNA'da mutasyonlara yol aça­rak genetik çeşitliliği tetikleyebilirler. Para­zitler ayrıca hücre birleşmesi ve eşey hücresi oluşumu amaçlı seçilimleri de teşvik etmiş olabilecekleri için, cinselliğin temellerinde de rol oynamış olabilirler.
programlı hücre ölümü diye bir şey olmasay­dı, bizler doğamayacaktık.
Aslında biz yetişkinler de, ölüm olmasaydı yaşayamazdık. Örneğin eğer programlı hücre ölümü diye bir şey olmasaydı, hepimiz çok kı­sa sürede kanserden ölürdük. Hücrelerimiz sürekli olarak, sıkıca kontrol edilen hücre bö­lünmesinin karşısında tehdit olarak duran mutasyonları süzüyorlar. Ama kalıtımsal mal­zemenin koruyucusu olarak adlandırılan p53 proteinini içeren sisteme benzer gözetim sis­temleri, bu tür hataların neredeyse tümünü tespit ediyor ve bundan etkilenen hücreleri intihara yönlendiriyorlar.
Programlı hücre ölümü, mide çeperindeki hücrelerin sürekli devrini sağladığından ve cildin ölü hücrelerle dolu koruyucu tabakası­nı oluşturduğundan, gündelik hayatımızda da çok önemli bir rol oynuyor. Bağışıklık sistemi bir enfeksiyonu temizlemeyi tamamladığında, artık gereğinden fazla olan beyaz kan hücre­leri iltihaplanmayı yavaşlatmak amacıyla plan­lı bir biçimde intihar ediyorlar. Zarar görmüş bölgeyi bîr duvarla çevreleyip sonra da bu bölge İçindeki tüm hücreleri öldürme yönte­mini kullanan bİtkilerse programlı hücre ölü­münü, hastalık yapıcıların yararlanabileceği tüm kaynaklan yok etme şeklindeki savunma stratejilerinin bir parçası olarak kullanıyorlar; sözgelimi 'hasta' bölgeyi önce yalıtıp, sonra da içindeki tüm hücrelerin Ölmesini sağlaya­rak.
Bir organizmanın birkaç hücrenin kurban edilmesinden nasıl bir yarar sağladığını gör­mek, aslında oldukça kolay. Ama programlı hücre ölümlerinin yanısıra, tüm bir organiz­manın ölümünün şekillenmesinde de evrimin parmağı olabilir. Tüm gelişkin organizmala­rın hücreleri zamanla yaşlanmaya başlar ve bu hücrelerin yalnızca birkaç düzine hücre bölünmesi geçirmesinin ardından sıra, orga­nizmanın kendisinin ölümüne gelir. Aslında bu durum, kontrolsüz büyümeye karşı koru­ma stratejilerinden biridir. Ama tartışmalı bir kuram bunun, hepimizin yaşam süreleri üstü­ne sınır koyan genetik bir programın parçası olduğunu öne sürüyor.
Doğuştan gelen bir "Ölüm programı" gö­rüşünü reddeden çoğu evrim biyoloğu, yaş­lanmış hayvanların, programlı hücre ölümleri­nin yaptığı gibi tek bir yolla değil de birçok farklı yolla öldüklerine dikkat çekiyor. Çok az sayıda birey, yaşamda geç ortaya çıkan kusur­ları yaşlanmaya dönüştürecek kadar şanslı olabildiğinden, doğal seçilimin bu kusurlar­dan kurtulmak için oldukça az nedeni oldu­ğuna dikkat çeken bu biyologlar, yaşlılığı bir tür evrimsel hurdalık olarak kabul ediyorlar. Oysa artık insanlar genelde üreme dönemleri­nin çok ötesine kadar yaşayabildiklerinden, evrimin bizleri asla düşünmeden geliştirdiği buluşun sonuçlarını yaşıyorlar: Yaşlılıktan kaynaklanan ölüm.
8. Parazitlik
Parazitlik sözcüğü hırsızlık, dolandırıcılık ve sinsilikle eşdeğer olarak görülse de, para­zitler ve onların evsahipleri arasında sürege­len ezeli savaş, evrimdeki en itici güçlerden biri olmuştur. Yağmacıları ve ortakçıları ol­masaydı, yaşam asla bugünküyle aynı olmaya­caktı!
Parazitler bilinen tüm canlıların avantaj­larını kendi lehlerine acımasızca kullandıkla-
yy-9.jpg
BİLİMveTEKNİK 74Eylül 2005
. Superorganızmalar
Bir arada uyum içinde yaşamayı başaran çok sayıdaki birey, iş yüklerini bölerek ve emeklerinin karşılığını paylaşarak daha iyi bîr yaşama kavuşma şansına sahip olurlar. Bu mutluluk dolu ortamı "ütopya'' olarak adlandı­ran biz insanlar, en azından yazılı tarihin var olduğu günden bu yana bu hedefe ulaşmak İçin çabalamaktayız. İnsanlığın bu uğurdaki girişimleri henüz sonuç vermemiş olsa da, neyse ki evrim bu konuda bizlerden daha ba­şarılı olmuş durumda.
Zehirli bir polip türü olan "mavi şişe" adlı deniz canlısını ele alalım. İlk bakışta denizin derinliklerinde yüzen herhangi bir denizanası gibi görünen bu canlı, aslında tek hücreli or­ganizmaların bir araya gelerek oluşturduğu bir kolonidir. Bu tek hücreli organizmaların bazıları beslenme, bazıları besin dağıtımı, bazı-larıysa hareket konusunda Özelleşmiştir.
Bu toplumsal varoluşun sağladığı pek çok yarar var. En basitinden, tek tek yaşadıkların­da deniz tabanına yapışıp kalacak olan birey­ler, bu şekilde özgürce yüzebiliyorlar. Dahası, bu şekilde kendilerini avlarına karşı daha iyi koruyabiliyor, ortam koşullarıyla daha iyi ba-şedebiliyor ve yeni bölgelerde koloniler kura­biliyorlar. Sonuçta bu canlılar, gerçek anla­mıyla birer süperorganizma.
Sunduğu bu ve buna benzer birçok yarar gözönüne alındığında, koloni yaşamının bir­çok kez evrimleşmiş olması hiç de sürpriz de-
10. Ortak Yaşam
Dişetleri parıldayan timsahlar, mercan ka­yalıkları, orkideler, karanlıkta parlayan balık­lar, tarım yapan karıncalar gibi pek çok örne­ğin her biri, evrim için yeni yollar oluşturur. Ve bunların hepsinin ortak noktası, besin kar­şılığında kendilerine ulaşım, güneşten korun­ma, barınma gibi hizmetlerin ve tabii yine be­sin sağlayan canlılardan oluşuyor olmaları.
Ortak yaşamın pek çok farklı tanımı varsa da biz onu, fiziksel anlamda neredeyse ayrıl­maz biçimde birbirine yakınlaşmış, karşılıklı yarar ilişkisi içinde olan iki tür anlamında kullanacağız. Ortak yaşam evrimde sarsıcı ba­zı sapmaları tetiklemiş ve buna karşılık evrim de sürekli olarak yeni ortak yaşamsal ilişki bi­çimlerini oluşturmuş durumda.
Belki de en ilkel 'eşleşmeler', karmaşık ökaryotik hücrelerin oluşumuna itki verenle­ri olmuştu. Ökaryotlar besinlerden ya da gü­neş ışığından enerji açığa çıkarmak için mito-kondri ya da kloroplast gibi özelleşmiş orga-neller kullanırlar. Bu organeller bir zamanlar, ökaryotların ortak yaşam adına sıkı sıkıya sa­rıp içlerine aldıkları, daha basit yapıdaki pro-karyotik hücrelerdi. Ama onlar olmaksızın, yaşamın karmaşıklığı artamaz ve çok hücreli hayvanlar ve bitkiler gelişemezdi. Ökaryotlar, kendi başlarına gerçekleştiremeyecekleri iki temel süreci; solunum ve fotosentezi, ortak yaşam yoluyla prokaryotlardan almış oldular.
Ortak yaşam, evrim boyunca bir istisna de­ğil de kural olduğunu rahatlıkla söylemeye el­verecek bir sıklıkla ortaya çıktı. Okyanusların
ğil. Ancak koloni yaşamı, beraberinde getirdi­ği bu yararların yanısıra, önemli bir sakınca da içeriyor; Kayan bakteriler, ya da miksobakteri-ler örneğinde olduğu gibi. Bu mikroplar belki de, en basit koloni organizmaları. Normal ko­şullar altında sümüksii bir yol üzerinde teker teker kayarak ilerlerken, ortamda belirli ami-noasitlerin yokluğu durumunda bir araya top­lanmaya başlıyorlar. Sonuçta ortaya çıkan sü­perorganizma, sporlarla dolu bir meyveyle taç­landırılmış sap benzeri bir gövdeden oluşuyor. Peki, yalnızca sporları oluşturan bakterilerin
yy-10.jpg
dağılarak yeni bir yaşama başlama şansları varken, diğerleri neden oyuna dahil oluyor? Bu tür bir işbirliğinin nasıl olup da evriınleşti-ği ve 'üçkağıtçıların' da bu tür bîr sistemin avantajlarını kendilerine yontmalarının nasıl engellendiği, hâlâ bilinmiyor.
Ama en azından bir hayvan grubu; koloni oluşturan böcekler için, hilenin nerede yattığı­nı ve bunun da oldukça 'zekice' olduğunu bili­yoruz. Bu böceklerde dişiler döllenmiş yumur­tadan, erkeklerse döllenmemiş olanlarından gelişiyor. Cinsiyetin bu şekilde belirlenmesi, ya­ni "haplodiploidi" mekanizması, kızkardeşlerin birbirleriyle, yavrularıyla olduğundan daha sıkı ilişki İçinde olmalarını garanti altına alıyor. Bu da, kendi genlerine verecekleri süreklilik için en iyi yolun yumurtlamaktan çok, birbirlerini kollamaktan geçtiğini gösteriyor. An kovanla­rının, karınca yuvalarının ve haplodiploidi me­kanizmasının en az 10-12 kez evrim geçirdiği böcek kolonilerinin temelindeki kararlı yapıyı sağlayan şey de zaten bu.
Tüm karıncalarda, en yüksek düzeyde or­ganize olmuş arılarda ve diğer birçok türde gerçek anlamda bir toplumsal yaşama rastlanı­yorsa da, bu türlerin tümünde haplodiploidi mekanizması sözkonusu olmayabilir. Bu kü­çük toplulukların, aralarındaki üçkağıtçıları kontrol altında tutmak için dikkatli bir koru­ma stratejisine gereksinim duyuyor olmaları­na rağmen, bu yaşam biçimi, belki de yeryü­zünde ütopyaya en fazla yaklaşmış biçim.
derinliklerinde yaşayan şeytanbalıklarının ağızlarından sarkan uzantılar da, "biyolumi-nesent" (biyolojik süreçler sonucu ışık yayan) bakteriler bulunur. Işığa doğru çekilen daha küçük balıklarsa bu şekilde şeytanbalığı için kolay lokma haline gelirler. Besin bakımın­dan oldukça zayıf olan tropik sulann, yaşamı bu ölçüde destekleyebilmelerinin nedenlerin­den biriyse, okyanus yüzeylerindeki mercan poliplerinin fotosentetik deniz yosunları için yaşam ortamı sağlamaları ve inorganik atık ürünlerini değiştokuş ederek organik karbon
bileşikleri elde etmeleridir. Deniz yosunlan ayrıca morötesi ışığı içine çeken ve böylece mercanları koruyan özel bir kimyasal salgılar. Bitki türlerinin %90'dan fazlasının, ortak yaşam çiftleri içinde yer aldıkları düşünülü­yor. Tozdan daha küçük olan ve neredeyse hiç besin içermeyen orkide tohumlan filiz vermek ve büyümek İçin, tohuma hastalık bu­laştıran bir tür mantarı sindirirler. Polenler yoluyla döllenme ve tohum verme düzenine uyum sağlamış kuş, böcek ve başka hayvan­lar, ortak yaşamın en önemli örneklerinden birini oluştururlar. Bunlar olmaksızın, biz de çiçeklenen bitki türlerinden çoğuna sahip ola­mayacaktık.
Timsahların dişlerinden sülükleri topla­yan yağmur kuşları, sundukları bu ağız hijye­ni hizmeti karşılığında besin elde etmiş olur­lar. Bazı karınca türleri de parçaladıkları yap­rakları, yeraltındaki odacıklarda 'yetiştirdikle­ri' mantarlar için gübre olarak kullanır. Ka­rıncalar yaprakları sindiremeseler de, onlar üzerinden beslenen mantarların yaprak için­deki zehiri parçalayarak açığa çıkardıkları şe­kerler ve nişastadan oluşan lezzetli yemeği rahatlıkla yiyebilirler. Tüm bunların ötesinde; sindirim yolunda yaşayıp oradaki besinleri sindirerek vitamin üreten bakterilerin de hak­kını vermek gerek. Biz insanlar da dahil ol­mak üzere, onlarsız hayatta kalabilecek tek bir hayvan yok.
Kaynak: "Life's top 10 greatest inventions", New Scientist, 9 Nisan 2005.
Çeviri: Ayşenur Topçuoğlu Akman
yy-11.jpg
Eylül 2005
BILIMveTEKNİK