CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
|
|||||||||||||||||||||||||||
olan genlerin evrime ne şekilde katkı sağladığı konusunda çalışan "gelişimsel evrim" adlı yeni bilim dalı da, yaşamın tarihine ışık tutma yolunda diğer çalışmalara destek çıkacağa benziyor.
Fosilbilimciler, belirli canlıların dağılımında geçtiğimiz bin yıl boyunca görülen genişleme ve daralmaları izleme çalışmalarında önemli gelişmeler kaydediyorlar. Görülen o ki, coğrafi dağılımlar, türleşme üzerinde büyük rol oynuyor. Bu tür çalışmaların devamı. toplu yokoluşların kökenleri ve bu doğal felaketlerin yeni türlerin oluşumu üzerindeki etkileri konularında daha fazla bilgi sağlayabilir.
Araştırmacılar, bitkiler ve hayvanlar üzerine yapılan arazi çalışmaları sonucunda, ha-bitatın dış görünüş, davranış ve özellikle de eşeysel tercihler üzerindeki etkilerinin, tür-leşmenin hızı üzerinde büyük rol oynadığını gördüler. Evrim biyologlarıysa, birbirinden ayrı olan populasyonlann yeniden bir araya gelmesinin, genomların birbirinden ayrılmasını engellemesi nedeniyle, türleşmeyi gecik-tirebildiğini ortaya koydular. Türleşme üzerinde etkisi olan diğer durumlar da, mutas-yon hızları ve bazı alellerin (alel : bir karakter üzerinde aynı ya da farklı yönde etkili olan, iki ya da daha fazla genden her biri) bir nesilden diğerine geçiş oranlarındaki farklılık gibi moleküler güçler.
Bazı durumlarda da, ekosistemin kendi içindeki tür çeşitliliğinde farklılıklar görülebiliyor. Örneğin, sınırları belirli olan ekosis-temlerin "kenar"' bölgelerinde, sıklıkla iç bölgelerden daha az sayıda tür barınabiliyor. Evrimsel biyologların şimdiki görevi, tüm bu etkenlerin, farklı organizma topluluklarında nasıl farklı şekillerde bir arada çalıştığını anlayabilmek. Tür çeşitliliğini nelerin şekillendirdiğini kavrayabilmek, yokoluşların doğasını anlayabilmek ve bunu yavaşlatabilmeye yönelik stratejiler planlayabilmek açısından son derece önemli.
Pennisi, E. "What Determines Species Diversity",
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviren: Deniz Candaş
|
|||||||||||||||||||||||||||
Karaların ve denizlerin her karışı sayısız bitki, hayvan ve mikroorganizmayla dolup taşıyor. Tüm bu canlılar, güneş ışığını yaşamın yakıtı olacak enerjiye çevirerek, karbon ve azot gibi elementlerin organik ve inorganik maddeler arasında çevrimini sağlayarak, ve yeryüzünü şekillendirerek, dünyanın ilerleyişini belirliyor.
Biyologlar, tropikler gibi bazı bölgelerdeki olağanüstü tür çeşitliliğine karşın, yüksek enlemlerde yer alan bölgelerde bu çeşitliliğin neden belirgin oranda azaldığının nedenini, yıllardır anlamaya çalışıyorlar. Türlerin birbirleriyle ya da çevreleriyle olan ilişkilerinin, türler üzerindeki insan etkisinin, av-avcı ilişkilerinin ve besin ağı ilişkilerinin tür çeşitliliği üzerinde büyük rol oynadığı su götürmez bir gerçek. Ancak, tüm bunların ve ilk anda akla gelmeyen diğer koşulların, çeşitliliği şekillendirmek üzere nasıl birlikte çalıştıkları hâlâ bir gizem.
Araştırmacıların yararlanabileceği kaynakların başında gelen tür veri tabanlarının içerik bakımından büyük ölçüde eksik olmaları, çalışmalarda büyük sorun yaratıyor. Dünyamız üzerinde var olan bitki ya da hayvan türlerinin gerçek sayısını henüz bilmiyoruz. Mikro-dünyanın sakinleri olan organizmaların tür çeşitliliği ya da tür sayısı konusundaysa, tahmin bile yürütülemiyor. Bir diğer zorluksa, türlerin evriminin birkaç günden milyonlarca yıla kadar uzanabîlmesi nedeniyle, izlenebilecek tekbiçim bir zaman Ölçeğinin bulunmaması. Bazı durumlarda tür içi çeşitliliğin, çok yakın akraba olan iki farklı tür arasındaki çeşitlilik kadar zengin olabilmesi, ve ne tür genetik değişimlerin yeni bir tür oluşumuyla sonuçlanacağı gibi verilerin net bir şekilde açıklanmamış olması da, diğer yıldırıcı gerçekler.
Türlerin çeşitliliğini neyin şekillendirdiğini anlayabilmek, kapsamlı arazi çalışmalarından fosilbilim incelemelerine, laboratuvar deneylerine, genom karşılaştırmalarına ve etkin istatistik çözümlemelerine kadar uzanan bir disiplinlerarası çaba gerektiriyor. Birleşmiş Milletlerin "Milenyum Projesi'' gibi dünya ça-
|
|||||||||||||||||||||||||||
pındaki bazı genom envanter çalışmaları veri tabanlarının zenginleştirilmesine yardımcı olsa da, yüzeyden çok fazla derine inmeye yeterli olmayacakları bir gerçek. Gelişimde rolü
|
|||||||||||||||||||||||||||
derece "kök hücre" özelliği taşıyor olabileceğinin belirlen-mesi, tümörlerin daha erken
teşhis edilebilmesini ve daha etkili biçimde yok edilebilmesini sağlayacak tekniklerin ge-. liştirilmesine yardımcı olabilir.
|
yor. Bu savunma mekanizması, kansere karşı bağışıklık tedavileri geliştirebilmeyi uman araştırmacıların kafasını karıştırıyor.
Kanserin, tedavi yerine kontrol edilebilmesi olası mı?
Bazı ilaçlar, kan damarlarının gelişimini dur-
|
||||||||||||||||||||||||||
Ergenliğe geçişi ne sağlıyor?
Embriyonun gelişim sürecindeki ve doğum sonrasındaki beslenmenin, gizemli biyolojik saatimiz üzerinde son derece etkili olduğu düşünülüyor. Bazı dış koşulların de ergenliğe geçiş yaşı üzerinde etkili olduğu biliniyor. Ancak, çocukluktan ergenliğe geçişin tam olarak neyle tetikiendi-ğini henüz hiç kimse bilmiyor.
Kanserlerin esas sorumlusu kök hücreler mi?
En haşin kanser hücrelerinin kök hücrelere benzerliği son derece dikkat çekici. Eğer kanserler gerçekten de kendilerini kaybetmiş kök hücreler nedeniyle ortaya çıkıyorsa, bir hücrenin ne
|
|||||||||||||||||||||||||||
Kanserler, bağışıklık sisteminin kontrolüne karşı dirençli mi?
Bağışıklık sisteminin tepkisi tümör geiişimini bir ölçüye kadar bas-tırabilse de, tümör hücrelerinin bu- ; yük bir kısmı bu tepkilerle son derece başarılı bir biçimde başaçıkabili-
|
|||||||||||||||||||||||||||
durmak gibi yollarla kanserli hücrelerin yakıt teminini kesebiliyor. Bu şekilde de, kanser gelişimini kolaylıkla kontrol edebilmeye ve hatta bazı durumlarda geri çevirebilmeye yardımcı oluyorlar. Ancak, bu ilaçların ne süreyle . etkili kalabildikleri henüz bilinmiyor.
|
|||||||||||||||||||||||||||
BİLİMveTEKNİK 50 Eylül 2005
|
|||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
AN ILAR NAS IL SAKLAN IR VE YENİDEN NASIL AÇIĞA ÇIKAR?
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
Bildiğimiz herşey, iki kulağımızın arasındaki bir-birbuçuk kiloluk sinirsel kütle içinde paketlenmiş duruyor. Dünya hakkındaki yararlı ya da önemsiz gerçekler, yaşamlarımızın tarihi, bisiklete binmekten tutun da çocuğumuzu kedilere süt vermeye ikna etmeye kadar edindiğimiz her türlü beceri... Her birimizi tek ve benzersiz kılan, yaşamımıza süreklilik katan, sahip olduğumuz anı ve yaşantılarımız. Anılarımızı belleğimizde nasıl depoladığımızı anlamaksa, kendimizi anlamaya doğru atılmış önemli bir adım sayılmalı.
Sim'rbilimciler bu çabayı üstlenmiş ve anahtar rol üstlenen beyin bölgeleriyle birlikte olası moleküler mekanizmaları belirleme konusunda şimdiden büyük aşamalar kaydetmiş durumdalar. Yine de aydınlatılmayı bekleyen birçok soru, moleküler araştırmalarla genel beyin araştırmaları arasında da durup duran koca bir uçurum var.
Bellekle ilgili modern anlamdaki çalışmaların, genellikle 1957 yılında yayımlanan ve bir nöroloji hastası olan H.M. ile ilgili araştırmayla doğduğu kabul ediliyor. Kronik (sürekli) sara hastalığı olan H.M.'ye 27 yaşındayken son çare olarak beyin ameliyatı yapılarak, beynin her iki temporal (şakak) lobundan büyük parçalar alınmıştı. Ameliyat sara açısından işe yaramış, ama belleğe ilişkin beyinsel İşlevlerde büyük kayba yol açmıştı. H.M. ameliyat sonrası dönemde hiç-birşeyi 'kaydedemez' olmuştu ve ne olayları, ne de karşılaştığı insanları hatırlayabiliyordu. Bu olay, hipokampus adı verilen yapıyı da içeren temporal lob bölgesinin (medial temporal lob ■ MTL) yeni durumları kaydetmeyle ilgili çok önemli bir rol üstlendiğini göstermişti. Daha ayrıntılı incelemeler, belleğin yekpare bir yapısı olmadığını da ortaya koydu. Kendisine aynayla gerçekleştirilen 'hileli' bir çizim testi verilen H.M., bir önceki deneyimi hakkında hiç bİrşey hatırlamadığı halde 3 gün İçinde epeyi aşama kaydetmişti. Anlaşılıyor ki, beyin sözkonusu olduğunda "nasıPı hatırlamak "ne"yi hatırlamakla aynı şey değil.
Hayvanlarla yapılan deneyler ve beyin görüntüleme teknikleri sayesinde bilimciler artık yalnızca belleğin değişik biçimleri değil, her bi-
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
bellek) işlev gören birçok molekül de var; üstelik deniz sümüklüböcekleri, kemiriciler ve sir-kesinekleri gibi birbirinden çok farklı hayvan gruplarında. Araştırmacılar, bu koşullarda belleğin oluşturulmasında işlev gören moleküler mekanizmaların geniş bir yelpazede korunmuş olabileceğini söylüyorlar. Bu yöndeki çalışmalardan ortaya çıkan önemli bir sonuç şu: Birkaç dakikalık ömre sahip kısa-dönemli bellek, sinir hücreleri arasında sinaps adı verilen bağlantı noktalarını güçlendirici kimyasal değişiklikleri, uzun-dönemli bellekse protein sentezini ve belki de yeni sinapsların inşasını gerektiriyor olabilir.
Çalışma sonuçlarını genel beyin araştırmalarına bağlamaksa büyük iddia taşıyan bir iş. Olası bir köprü, sinaps bölgesini güçlendirmekten geçen bir süreç. Bazı kemiricilerin hipokampus-lanndan kesitler alınarak incelenmiş olan bu sürece, belleğin fizyolojik temeli gözüyle bakılıyor. Bunu günün birinde tam ve kesin biçimde doğrulayacak olan çalışmaysa, kesinlikle büyük bir atılım olarak değerlendirilecek.
Bu arada, yavaş yavaş başka sorular da gündeme gelmeye başladı. Yakın geçmişte yapılan bir çalışma, bir hayvanın yeni bir şey öğrendiği sırada ortaya çıkan sinirsel örüntülerin, daha sonra uyku sırasında bir tür "playback" sürecinden geçtiğini gösterdi. Bu durumun, anıları ve belleği pekiştirmede bir rolü olabilir mi? Diğer bazı çalışmalarsa, belleğimizin genelde sandığımız kadar güvenilir olmadığını ortaya koymuş durumda. Belleği bu kadar 'kaygan' yapan ne? Bu konudaki ipuçlarından birinin, anıların her hatırlamada değişikliğe uğrama 'kırılganlığına' sahip olduğu yolundaki tartışmalı görüşü yeniden gündeme getiren yeni çalışmalardan gelebileceği düşünülüyor. Önemli bir nokta da, hipo-kampusun tam anlamıyla bir sinir hücresi kreşi konumunda olduğunun 1990'larda gösterilmesiyle, yetişkin beyninde yeni sinir hücresi oluşamayacağı yönündeki baskın düşüncenin yerle bir olması. Bilinmeyen, bu yeni doğmuş hücrelerin öğrenme ve belleği ne ölçüde destekledikleri.
Miller, G. "How Are Memories Stored and Retrieved"
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Zeynep Tozar
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
Amigdala
Hipokampus
rinde hangi beyin yapılarının rol oynadığı konusunda da bilgi sahibi olmuş durumdalar. Bu, yine de inatçı bazı açıklar olmadığı anlamına gelmiyor. MTL'nin gerçekten de "açık bellek"te (istemli olarak anımsanarak sözlü olarak ifade edilebilecek anılardan oluşan bellek) önemli rol oynadığı doğrulanmışsa da bölge, gizemli bîr ka-rakutu olarak kalmakta direniyor. Çünkü anıların beyinde kodlanması ve geri çağrılması sırasında, içerdiği çeşitli yapıların birbirleriyle nasıl etkileştiği henüz çözülememiş durumda. Bunun da ötesinde MTL, hatırlanan şeylerin nihai deposu konumunda da değil. Bilmen şu kî, bu tür anıların uzun-dönemli depo yeri, beyin kor-teksi. Ama bunun nasıl gerçekleştiği, anıların kortekste ne şekilde temsil edildiği açık değil.
Bundan yaklaşık bir yüzyıl önce, ünlü İspanyol noroanatomici Santiago Ramon y Cajal, bir yaşantının anı stütüsüne dönüşmesi için sinir hücrelerinin, birbirleriyle bağlantılarını güçlendirmeleri gerektiğini öne sürmüştü. 0 zamanki yerleşik düşünce, yetişkin beyninde herhangi yeni bir sinir hücresinin oluşamayacağı yönünde olduğu için, Cajal da doğal olarak, anahtar değişikliklerin varolan sinir hücreleri arasında gerçekleşmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Yakın bir geçmişe kadarsa bilimciler, bunun nasıl gerçekleşebileceğine İlişkin ipuçlarına sahip değildiler.
Ancak 1970'li yıllardan bu yana, yalıtılmış sinir sistemi dokuları üzerinde yapılan çalışmalarla, belleğin oluşumunda rol oynayan çok sayıda molekül belirlenmiş durumda. Hem açık, hem de örtülü bellekte (istemli olarak anımsanıp sözlü olarak ifade edilemeyen, anı ya da becerilerimizi, onların tekrarlanmasıyla depolayan
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
Hamile kadınların bağışıklık sistemi fetusu neden reddetmez?
|
Bir canlının biyolojik saatini düzenleyen nedir?
"Biyolojik saat genleri", birçok canlıda ve vü cudun birçok bölümünde ortaya
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||
şabilen yolculuklar yapıyorlar. Yıldızların konumu ya da manyetik alan gibi ipuçlarından yararlandıklarını bilmekle birlikte, ayrıntılar bizim için gizemini koruyor.
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
Son araştırmalar gösteri-
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
yor ki hamile kadınların bağışıklık sistemleri, genle-
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
çıkmaya başladı. Şimdi asıl soru, bütün bu genlerin birbirleriyle nasıl bir uyum içinde oldukları ve sonuçta saatlerin hepsini aynı zamana ayarlayan etkenin ne olduğu..
Göç eden canlılar yollarını nasıl bulur?
Kuşlar, kelebekekler ve balinalar her yıl binlerce kilometreye ula-
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
rinin yarısını babasından almış olduğu halde fetusu 'yabancı' olarak algılamıyor; daha doğrusu
|
Neden uyuyoruz?
İyi bir uykunun, organ ve kasları tazelemede ya da hayvanları karanlıkla birlikte gelen tehlikelerden korumada işe yaradığını biliyoruz. Ama uykunun asıl gizemi büyük olasılıkla, biz horul horul uyurken bile etkin olan beynin içinde bir yerlerde saklı.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||
onun yabancı olduğunu 'an-
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
lamıyor'. Ancak Nobel ödüllü Peter Medawar'ın, 1952'de bu soruyu ilk olarak gündeme getirdiğinde söylediği gibi, "karar henüz temyize gitmedi."
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
BİLİM ve TEKNİK 52 Eylül 2005
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
||||||||||||||||||||||||||
TOPLUMLARDA İŞBİRLİĞİ NASIL GELİŞTİ?
|
||||||||||||||||||||||||||
Charles Darwin türlerin kökeniyle İlgili ünlü kuramı üzerinde çalışırken, karıncalardan İnsanlara kadar toplumsal yaşamı seçmiş bütün hayvanlarda, grup içindeki bireylerin çoğunun, genel yarar için çalıştığını görerek şaşırmıştı. Bu onun, uzun dönemde hayatta kalmak için birey yararının anahtar rol oynadığı düşüncesine tersti. Darwin "İnsanın Türeyişi" (Descent of Man| kitabını yazdığı sıralarda, bazı yanıtlar elde etmişti bile. Doğal seçilimin akrabalar arasında bazı fedakarlıkları tetiklediğini ve bunun da 'ailenin' üreme potansiyelini artırdığını ileri sürerek "karşılıklılık" fikrini de ortaya attı: Birbiriyle akraba olmayan ama birbirlerini tanıyan bireylerden her ikisi de fedakar (altruistik) ise. karşılıklı yardımlaşma sözkonusuydu. Yüzyıl boyunca süren çalışmalar ve toplumsal türler üzerine geliştirilen çeşitli fikirlere karşın işbirliğinin nasıl ve neden geliştiğinin ayrıntıları hâlâ bir yanıt bekliyor. Bu soruların yanıtlanması, insan davranışlarını evrimsel açıdan açıklamaya, sözgelimi boğulmakta olan bir yabancı için neden yaşamımızı tehlikeye attığımız gibi sorulara yanıt vermeye yardımcı olacak.
Hayvanlar birbirlerine çeşitli biçimlerde yardım ederler. Balardan gibi toplumsal hayvanlarda akrabalık ilişkileri yardımlaşmayı destekler. Dişiler, baskın dişiye yardımcı olmak için üremekten vazgeçebilir. Ayrıca, yapılan ortak işler, birbiriyle akraba olmayan bireylerin birlikte çalışmasına olanak sağlar. Sözgelimi erkek şempanzeler, bir çete gibi, potansiyel riske rağmen birbirlerini yırtıcı hayvanlara karşı korur. Cömertlik, insanlar arasında yaygındır. Bazı antropologlara göre, kişinin akraba ve yakınlarına güvenme eğiliminde yaşanan evrim, insanların dünyanın hakimi olmasına yardım etti. Birlikte çalışma becerisi, atalarımıza daha fazla besin, daha çok korunma, daha İyi çocuk bakımı gibi üremeye yönelik başarı için gereken konularda yardımcı oluyordu.
Bununla birlikte, bu dayanışmanın derecesi farklılıklar gösterebiliyor; sözgelimi "hile-karlar", en azından kısa dönemde diğer insan-
|
||||||||||||||||||||||||||
taya çıkacak davranışsal sonuçlan öngörme-de uygulamaya sokuyor. Oyun kuramı, adıl olmak için doğuştan gelen istekleri açığa çıkarmada işe yaramış durumda. Sözgelimi, oyuncuların, kendilerine bir yaran olmasa bile adil olmayan davranışları cezalandırmak için zaman ve enerji harcadıkları saptanmış. Benzer çalışmalar gösteriyor ki iki insan yalnızca bir kez karşılaşmış bile olsalar, birbirlerine karşı adil davranma eğilimi gösteriyorlar. Bu davranışları açıklamak zor, çünkü bunlar dayanışmanın aslında kişisel çıkarlara yönelik olduğu açıklamasıyla uyuşmuyor.
Bu oyunlardan yola çıkılarak geliştirilen kuramlar henüz kusursuz olmaktan uzak. Bunlar, sözgelimi duyguların dayanışma üzerindeki rolünü gereğince kapsayabilmiş değil. Yine de kuramcılar, oyun kuramının yeterli düzeye ulaşmasıyla, karmaşık toplumları yönlendiren etmenler üzerinde daha berrak bir görüşe sahip olacağına inanıyorlar.
Tüm bu çabalar, Darwin'in dayanışma ve işbirliği üzerinde yaptığı gözlemlerin üzerine birşeyler inşa etmesine yardımcı oluyor. Darwin'in Öngördüğü gibi, karşılıklılık güçlü bir uyum taktiği. Ama İstisnalar da yok değil..
Günümüz araştırmacılarına göre, İyi bir bellek önkoşul. Öyle görünüyor ki karşılıklılık, yalnızca kimin yararlı ve yardımcı olduğu, kimin olmadığını aklında tutabilenlerce uygulanıyor. İnsanlar, yüzleri ömürleri boyunca akıllarında tutacak kadar geniş bir belleğe sahipler ve bu şekilde, yıllardır görmedikleri biri İçin ömür iyi ya da kötü duygu besleyebiliyorlar. Diğer türler içinse karşılıklılık bu bağlamda daha sınırlı zamana yayılmış durumda.
Darwin, kendi kişisel gözlemleriyle sınırlı olduğu İçin dayanışma davranışlarını genel bir çerçevede değerlendirebilmişti. Şimdiyse oyun kuramları ve ilgili birçok konu üzerinde çalışan araştırmacılar, Darwin'in fikirlerini geliştirip İşbirliği kuramına yeni boyutlar katmayı umuyorlar.
Pennisi, E. "How Did Cooperative Behavior Evoleve"
Science, 1 Tem muz ı 2005
Çeviri: Gökhan Tok
|
||||||||||||||||||||||||||
lar önünde bîr adım öndeymiş gibi görünüyor. Yine de dayanışma, uzun dönemde türler için etnik, politik, dini, hatta aileler arası çekişmelere karşın, daha baskın bir hayatta kalma stratejisi gibi görünüyor.
Evrimsel biyologlar ve hayvan davranışları üzerine araştırma yapanlar, toplumsallaşma için gereken çevresel ve davranışsal etkilerin yanısıra, dayanışmanın genetik temelleri ve moleküler etmenler üzerine çalışıyorlar. Sinirbîlimciler, tarla farelerinden sırtlanlara dek pek çok memelinin beynindeki kimyasallarla toplumsal .stratejileri arasındaki anahtar bağlantıları inceliyorlar. Başkalarıysa daha matematiksel bir yolla, aslında ekonomi alanı için geliştirilmiş "evrimsel oyun kuramı"nı, işbirliğini niceli eştirmek ve farklı koşullarda or-
|
||||||||||||||||||||||||||
Neden rüya görürüz?
freud'a göre rüyalarımız, bilinçaltı isteklerimizin dışa vurumuydu. Günümüzdeyse sinirbilîm-ciler, rüyaların ortaya çıktığı REM uykusu sırasındaki beyin etkinliğinin, öğrenmek için çok gerekli olduğunu düşünüyor. Yoksa rüya görmek öğrenmenin bir yan ürünü mü?
|
ler ve kurallarla boğuşurken, çocukların dili nasıl kolaylıkla 'kaptığını' açığa çıkarabilir.
Feromonlar insan davranışlarını etkiliyor mu?
Hayvanların birçoğu haberleşmek İçin, özellikle de çiftleşme dönemlerinde havada uçuşan
|
Genel anestezi nasıl işliyor?
Biliminsanları ilaçların tek tek sinir hücreleri üzerinde ne tür etkiler yaptığını çözmeye çalışıyorlar. Ama, bilinçsiz duruma nasıl geçtiğimizin mekanizmasını açıklamak çok da kolay değil.
|
||||||||||||||||||||||||
|;i kimyasallardan yararlanır. Kimi tartışmalı araştırmalar, insanların da feromonları kullandığını gösteriyor. Bu feromonları belirli lemek, toplumsal yaşamımızı nasıl etkilediklerini anlamak İçin d yeni bir yol olabilir.
|
||||||||||||||||||||||||||
Dil öğrenmek neden bazı dönemlerde daha kolay?
Küçük çocukların (bebekler de/ dahil) zihinsel etkinliklerinin görüntüleme teknikleriyle incelenmesi, ye-, tişkinlerin dil öğrenmek için temel-*
|
||||||||||||||||||||||||||
Eylül 2005 53 BİLİM ve TEKNİK
|
||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
||||||||||||||||||||||||||||
BİYOLOJİK VERİLER DENİZİNDEN
BÜYÜK RESİMLER NASIL ORTAYA ÇIKACAK?
|
||||||||||||||||||||||||||||
Biyoloji, betimsel veriler bakımından oldukça zengin ve zenginleşmeye de devam ediyor. Örnek toplamak için geliştirilen DNA dizilimi, mikro ışınlar, otomatik gen işlevi çalışmaları gibi geniş ölçekli çalışmalar, yeni bilgiler elde etmeye yarıyor. Biyomeka-nikten ekolojiye dek pek çok alt alanda araştırmalar sayısallaştıkça daha kesin ve daha bol bilgiye ulaşılabiliyor. Şimdi ortaya çıkan soru şu: Biyolojinin bütün alanlarında akan bu verilerin ışığında, biliminsanları sistemlerin ve organizmaların nasıl işlediğini anlayıp, bunları açıklayabilecek mi? Bütün bu verilerin bir elemeden geçirilmesi, düzenlenmesi, derlenmesi ve en önemlisi, araştırmacıların öngörülerde bulunmasını sağlayacak hale getirilmesi gerekiyor.
Bu noktada, "sistemler biyolojisi' devreye giriyor. Henüz çok iyi tanımlanmamış ve yolunu bulmaya çalışan bu yeni yaklaşım, on yıllardır ortaya çıkmakta olan moleküler, hücresel, çevresel ve canlılara yönelik gözlemlerin ortaya çıkarılan noktalarını birleştirmeyi amaçlıyor. Bu yaklaşımın yandaşları matematik, mühendislik ve bilgisayar bilimlerini kullanarak biyolojiyi daha nicel bir hale getirmeyi hedefliyor ve bu alanda ilerlemenin, yalnızca bu şekilde olabileceğini savunuyorlar. Biyotıbbın, özellikle de hastalıkların, risk faktörünü belirlemede büyük yarar sağlayacağını öne sürüyorlar.
Bu alan, insan genom projesinin bitirilmesinden sonra büyük ilerleme kaydetti. İnsan kalıtımının biyokimyası tanımlandı ve ölçüldü. Bu da araştırmacılara, yaşamın diğer yanlarını da bilinir kılmak İçin esin kaynağı oldu.
Moleküler genetikçiler, gen ağının işleyişini geniş biçimde ortaya koymayı hayal ediyor, sözgelimi, tek bir DNA zincirinin farklı proteinleri nasıl belirlediğini, ya da proteinlerin farklı koşullarda ne tür çeşitlilikler gösterdiğini göstermeye çalışıyorlar. Hücre biyologları, hücrenin sağlığı için geçerli kural-
|
ler olarak görüyor. Aynı şey, sinirbilimciler için de söylenebilir; karmaşık beyin köşelerinde gizli üst dü2ey düşüncelerin nasıl oluştuğunu çözmek de onların işi. Küresel ısınma gibi ekolojik değişikliklerin nasıl olduğunu anlamak içinse, çevrebilimcîlerin, fiziksel olduğu kadar biyolojik veriye de ihtiyaçları var.
Sistem biyologları bugün görece basit ağlar üzerinde çalışıyorlar. Sözgelimi, bira mayasının bir karbonhidrat olan galaktozu hangi metabolİk yolla parçaladığını ortaya çıkarıldı. Başka araştırmacılar, bazı genetik yazılım etkenlerinin gen ifadesini zaman içinde nasıl değiştirdiğini ortaya çıkarmak amacıyla, deniz kestanelerinin de içinde olduğu bir grup deniz canlısının embriyonik dönemde geçirdikleri ilk birkaç saati ayrıntısıyla ortaya koydular. Şu sıralarda yapılmakta olan bir çalışma kapsammdaysa, hücrelerdeki haberleşme ağları ve basit beyin devrelerinin modelleri oluşturuluyor.
Ancak bu alandaki gelişmeler, biyolojik örüntüleri bilgisayar modellerine aktarmanın güçlüğü nedeniyle oldukça yavaş ilerlemekte. Bilgisayar ağ programlarının kendileri de aslında şu durumuyla yetersiz; sonuçları araştırmacıların anlayıp yorumlayacağı bir tablo durumuna getirebilmeleri için, bu programların da iyileştirilmesi gerekiyor.
Şimdilerde dünyanın çeşitli yerlerindeki yeni kurum ve kuruluşlar matematik, bilgisayar bilimleri ve biyoloji arasında disiplin-lerarası bağlar kurmak için uğraş vermekte. Ancak çalışmalar, henüz başlangıç döneminde. Yoğun disiplinlerarası çalışma ve geliştirilmiş bilgisayar teknolojisinin araştırmacılara, yaşamın işleyişiyle ilgili kapsamlı ve yeterince ayrıntılı bir resim sunup sunamayacağını ise, kimse henüz söyleyemiyor.
Pennisi, E. "How Will Big Pictures Emerge
From a Sea of Biological Data"
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Gökhan Tok
|
|||||||||||||||||||||||||||
ların karmaşık iletişim yapılarını basitleştirmeye çalışıyorlar. Gelişim biyologlarının ça-basıysa, embriyodaki bir avuç hücrenin nasıl çok sayıda kemik, kan ve deri dokusuna dönüştüğünün etraflı bir resmini çizmek. Sistemler biyolojisi yandaşları, bu zor bulmacaları, yalnızca bu disiplinin çözebileceği şey-
|
||||||||||||||||||||||||||||
Alzheimer hastalığını ne kadar uzakta tutabiliriz?
Bu ileri yaş hastalığının, genelde olduğundan bir 5-10 yıl kadar geç orta-
|
maşık davranış biçiminin ortaya çıkmasında kişilik özellikleri de rol oynuyor.
|
|||||||||||||||||||||||||||
Şizofreniye neden olan şey ne.'
Araştırmacılar şizofreniye neden olan genin izini sürüyorlar. Şizofrenik hastalarla normal kişilerin paylaştıkları özelliklerin araştırılmasıyla da ipuçları elde edilebileceği düşünülüyor.
Otizmin nedeni ne?
Bu bozukluğun temelinde çevresel faktörler kadar, birçok genin de etkisi var. Erken tanı için
|
||||||||||||||||||||||||||||
ya çıkması, milyonlarca yaşlı için hayatı çok daha kolaylaştırabilir. Araştırmacılar, şu sıralarda hormon ya da antioksidanlarla tedavinin, ya da zihinsel ve fiziksel egzersizlerin işe yarayıp yaramayacağı üzerinde çalışıyorlar.
Bağımlılığın biyolojik temeli ne?
Bağımlılık, beynin "ödül devresi"nde gerçekleşen bir aksaklıkla yakından ilgili. Ama bu kar-
|
||||||||||||||||||||||||||||
biyolojik işaretleyiciler, var olan tedaviyi geliştirmek j İçin yararlı olabilir; ama tam bir tedavi için daha çok yol alınması gerekiyor.
|
||||||||||||||||||||||||||||
BİLİMv.TEKNİKBI Eylül 2005
|
||||||||||||||||||||||||||||
CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
GELME SÜRECİNİN SINIRLARINI
NE KADAR ZORLAYABİLİRİZ?
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
ri salman bir moleküler anahtar görevi gören ve kendiliğinden biraraya gelen "rotaxane" molekülleri, gelecekte molekül temelli bilgisayarların anahtarları da olmaya aday.
Ancak, bilgisayar devrelerinin sürekli olarak küçültülmesi ve nanoteknolojinin yükseli-şiyle birlikte, bu karmaşıklığın artırılması gereksinimi de büyüyor. Bilgisayar çiplerinin küçülmesi eğiliminin egemenliğiyle birlikte, bu denli küçük parçaların üretim maliyetleri de hızla artıyor. Bilgisayar şirketleri parçaları istenen boylarda küçültüyorlar. Bununla birlikte bîr noktada, bunları tasarlamak daha ucuz hale gelecek ve tümüyle kimyasal olarak üretilebilecekler.
Kendiliğinden biraraya gelme, çok çeşitli nanoyapılar üretebilmek için de tek pratik yaklaşım. Bununla birlikte, öğelerin doğru biçimde kendiliğinden biraraya geldiklerinden emin olmak, pek kolay bir iş değil. İşbaşında-ki kuvvetler çok küçük olduğundan, kendiliğinden biraraya gelen moleküller istenmeyen uyumsuzluklar gösterebilir ya da kaçınılması mümkün olmayan eksiklere yol açabilir. Bu ilke üzerine kurulacak yeni sistem, hataları kaldırabilecek ya da onarabilecek beceride olmalı. Biyolojide bu duruma uygun örnekleri DNA sarmalında bulabiliriz. Enzimler hücre bölünmesi sırasında DNA iplikçiğini kopyalarken A yerine T koymak gibi bir hata oluşabilir. Bu hataların bazıları kalır; ancak çoğu, ye-ni sentezlenen iplikçikleri denetleyen ve kopyalama hatalarını düzelten DNA onarım en-zimlerince yakalanır.
Bu tür stratejileri taklit etmeye çalışmak kimyacılar için kolay olmayacak. Ama eğer, başından sonuna kadar daha karmaşık, daha düzenli yapılar yapmayı istiyorlarsa biraz daha "doğa gibi" düşünmeyi öğrenmeleri gerekecek.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
için biraraya geliyorlar. Günümüzde kimyacılar, doğanın rutin biçimde, kolaylıkla yapıyormuş göründüğü bu karmaşıklığın yanına bile yaklaşabilmiş değiller. Acaba, bu karmaşık yapıların nasıl kendiliğinden biraraya geldiklerini öğrenebilecekler mi?
Bunun için başlangıç düğmesine basıldı bile. Geçtiğimiz 30 yıl içinde, kovalent olmayan bağ yapmanın temel kurallarını öğrenmek yolunda Önemli adımlar atıldı. Bu kurallardan ilki "benzerler birbirini tercih eder". Bu kuralın varlığını, lipit moleküllerini suda hücrelerin çevresini kaplama görevi gören çift tabakalı zarlar oluşturmak üzere kapalı bir ortama doğru iten susevmez (hidrofobik) ve susever (hidrofilik) etkileşimler arasında
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Bugünlerde birçok biliminsanı doğanın gizlerini çözmeye çalışmakla meşgul. Örneğin, kimyacılar yeni yapılar ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Şimdilik, yapay gökbilim ya da yapay fizik yok. Ama molekülleri biraraya getirmek için yeni yollar yaratmak, kimyacılara iyi geliyor. Aslında 100 yıldır bunu, atomlar arasındaki elektron paylaşımıyla oluşan güçlü kovalent bağlar kurarak ya da bu bağlan kırarak gerçekleştiriyorlardı. Bu İpucunu kullanarak, hoşlarına giden moleküler birleşimlerde binlerce atomu biraraya getirmenin yolunu öğrendiler.
Çevremize bakınca gördüğümüz doğanın sadeliğiyle karşılaştırılınca, bu karmaşıklık düzeyi gerçekten etkileyici. Hücreden sedir ağaçlarına kadar her şeyin yapısı, küçük moleküllerin çok sayıda zayıf bağlarla biraraya getirilmesiyle kurulmuş durumda. Ünlü DNA sarmalından, H2O moleküllerinin birbirlerine bağlanarak oluşturdukları suya kadar, her şe-yin oluşumunu hidrojen bağlan, van der Wa-als kuvvetleri ve pi - pi etkileşimleri gibi zayıf etkileşimler yönetiyorlar. Bu tür "İnce ayar" kuvvetler, molekülleri gütmek yerine yapıların çok karmaşık bir hiyerarşide kendi kendilerine biraraya gelmelerini olası kılıyor. Lipitler zar hücrelerini oluşturmak, hücreler dokuları, dokular da organizmaları yaratmak
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
görebiliriz. Bunlar suyla herhangi bir etkile-
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
şimden kaçınmak için, yağlı kuyruk kısımlarını biraraya getirip kutupsal başlarını suyun üstünde tutmaya çalışırlar. Bir diğer kural "kendiliğinden biraraya gelme enerjik bakımından uygun tepkimelerce yönetilir". Bir başka deyişle, "doğru molekül bileşenlerini bırak, onlar karmaşık dizili yapılar içinde kendiliğinden biraraya gelirler".
Kimyacılar tüm bu kuralları, görece "gösterişsiz'" karmaşıklık düzeylerinde kendiliğinden biraraya gelen sistemler tasarlamada kullanmayı öğrendiler. İlaç taşıyıcı lipozomlar, hastalarda kanserli hücrelere İlaç ulaştırmada kullanılıyor. İki kararlı evre arasında ileri ge-
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Kaynak: Service R.,F, "How Far Can We Push Chemical
Self-Assembly", Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Elif Yılmaz
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Cinsel Eğilimin Biyolojik Kökleri Nedir?
Çevresel etkilerin eşcinselliğe katkısının, büyük oranda doğum öncesi hormon oranlarıyla ilintili olabileceği düşünülüyor; bu nedenle sorunun yanıtlanması, "eşcinsel genleri" avlamaktan daha fazlasını gerektiriyor.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Ahlak Beyinle Sıkı Sıkıya Bağlantılı mı?
Bu soru felsefeciler için büyük bir yap-boz-dur. Şimdilerde nörologlar beyin görüntüleme yöntemiyle, beyin devrelerinin muhakeme becerisini de içerdiğini ortaya çıkardıklarını söylüyorlar.
Makinelerden Öğrenmenin Sınırları Ne?
Bilgisayarlar dünyanın en iyi satranç ustalarını yendiler ve isteyenlerin İnternet'ten ulaşabilecekleri bir bilgi zenginliğine sahipler. Ancak soyut düşünebilme becerisi, tüm makinelere hâlâ çok uzak.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Kişiliğin Ne Kadarı Kalıtsal?
Kişilik özellikleri genlerden etkilenir, çevre-de genetik etkileri değiştirir. Göreli katkılar hâlâ tartışmalı.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
BtLİMveTEKNİK
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Eylül 2005 55
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
|||||||||||||||||||||||||||||
GELENEKSEL BİLGİ İŞLEMENİN SINIRLARI NELER?
|
|||||||||||||||||||||||||||||
Bilgi işlemenin sınırı konusu, ilk bakışta bir mühendislik problemi gibi görünüyor. Bir yongaya, onu eritmeden ne kadar enerji verilebilir? Bir silisyum bellekteki veri bitini ne kadar hızlı çevirebilirsiniz? Bilgisayarınızı, bir odaya sığabilmesi koşuluyla ne kadar büyük yapabilirsiniz? Bu sorular çok da önemli görünmüyor.
Gerçekte, bilgi işleme bir bilgisayar İnşa etmekten çok daha temel bir konu. Prince-ton'da çalışan matematikçiler Alonzo Church ve Alan Turing'in 1930'larda, kabaca, bit ve baytları kapsayan hesaplamaların Turing makinesi olarak bilinen 'ideal' makineyle yapılabileceğini göstermeleriyle bunun farkına varıldı. Bu keşif, bütün klasik bilgisayarların temelde aynı olduklarını göstererek, biliminsan-Iarı ve matematikçilerin bilgi işlemeyle ilgili temel sorularını, bilgisayar mimarisinin önemsiz ayrıntıları içinde boğulmadan sormalarına olanak sağladı.
Örneğin, kuramcılar şimdi bilgi İşlemeyle ilgili problemleri geniş kategorilerde toplayabiliyorlar. Bunlar geniş anlamıyla, adlardan oluşan bir listeyi alfabetik sıraya sokma gibi kolayca çözülebilen, P problemleri olarak düşünülebilir. NP problemlerinin çözümü çok daha zor olsa da, sonuca ulaşıldığında, denetlemesi görece kolaydır. Buna örnek olarak, dolaşan bir satıcı problemi gösterilebilir. Problem, satıcının bir dizi yere uğraması için en kısa rotayı belirlemek. Bir yanıt bulabilmek için gerekli olan tüm bilinen algoritmalar, çok fazla bilgi İşleme gücü gerektirir ve klasik bilgisayarlar, bunun basit versiyonlarının bile üstesinden gelemeyebilir.
Matematikçiler, bu tür NP problemlerinden en zor olanlarının hızlı biçimde ve kestirme yoldan üstesinden gelinebilmesi için, bu problemlerin hepsinin parçalanması gerektiğini gösterdiler. Sonuçta, NP problemlerinin P problemlerine dönüşmesi gerekiyor. Ancak, böyle bir kestirme olup olmadığı (P=NP) belirsiz. Biliminsanları olmadığını düşünüyor; ancak bu, matematikte yanıtlanmamış en büyük sorulardan biri.
|
|||||||||||||||||||||||||||||
1940'larda, Bell Laboratuvarları'nda çalışan biliminsanı Claude Shannon, bitlerin yalnızca bilgisayarlar İçin olmadığını gösterdi. Bitler aynı zamanda, bir nesneden diğerine akan bilgiyi tanımlamada kullanılan temel birimlerdi. Bir bitin bir yerden bir yere ne kadar hızlı gidebileceğini, bir iletişim kanalında ne kadar bilginin taşınabileceğini ve bir biti bellekten silmek için ne kadar enerji gerekeceğini belirleyen fizik yasaları var. Klasik bilgi işleyen makinelerin hepsi, bu yasalara tabi. Bilginin de beynimizde İleri geri titreşir gibi görünmesi, bilgi yasaları uyarınca, düşüncelerimizin de bit ve baytlarla işlendiği anlamına geliyor olabilir mi? Biz yalnızca bilgisayarlar
|
mıyız? Bu, rahatsızlık verici bir düşünce.
Ancak, klasik bilgi işlemenin ötesinde bir gerçek var: Kuantum. Kuantum kuramının olasılıklara dayanan doğası, atomların ve öteki kuantum nesnelerinin bilgi kuramında olduğu gibi yalnızca ikili sistemdeki 0 ya da 1'le sınırlı olmaması, 0 ve1'lerin aynı anda olabileceği anlamına da geliyor. Dünyanın her yerindeki fizikçiler, bir veritabanındaki belli bir kaydı çok az sorguyla bulma gibi, sıradan bilgisayarlarla yapılması olanaksız işlemleri yaptırmak İçin, bu ve başka kuantum etkileriyle çalışan basit kuantum bilgisayarlar yapıyorlar. Ancak biliminsanları, kuantum bilgisayarları bu kadar güçlü yapan kuantum-mekaniksel özellikleri ve yararlı bir şeyler ortaya çıkarabilecek kadar büyük bir kuantum bilgisayarı yapmanın yolunu bulmaya çalışıyorlar.
Kuantum dünyasının ilginç mantığını öğrenerek ve bunu bilgi işlemede kullanarak, biliminsanları atomaltı dünyanın kurallarını derinlemesine araştırıyorlar. Belki de, yalnızca bilgi İşleme gücünü artırmak gibi 'basit' bir gerekçe, kuantum krallığının anlaşılmasına yol açacak.
Seife, C. "What are the Limits of Conventional Computing?"
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Alp Akoğlu
|
||||||||||||||||||||||||||||
Sistematik bilimcilerin üzerinde anlaşacağı bir yaşam ağacı bir gün olacak mı?
Daha iyi morfolojik, moleküler ve istatistiksel yöntemlerin varlığına karşın, araştırmacıların ağaçları
|
Yeryüzünde kaç canlı turu bulunuyor?
Gökyüzündeki bütün yıldızları saymak mı? Olanaksız. Yeryüzündeki bütün türleri saymak? Aynen. Ancak, içinde bulunduğumuz biyoçeşitli-lik krizi, bunu yine de denememizi gerektiriyor.
Tür nedir?
Evrimsel veriyle karmaşıklaşmış "basit" bir kavram. Daha açık bir tanımı uzak gelecekte yapılabilir.
Birçok türde neden ve nasıl yan geçiş olur?
Önceden ender olduğu düşünülse de, özellikle mikroplar arasındaki gen değiştokuşu, çok sık
|
gerçekleşiyor. Ancak, genlerin neden ve nasıl bu denli hareketli olduğunu henüz bilmiyoruz.
LUCA (en son evrensel ortak atamız) kimdi?
|
|||||||||||||||||||||||||||
Tüm karmaşık organizmaların 1,5 milyar yaşındaki "anası" konusunda çok sayıda düşünce var. Durmadan yenileri keşfedilen ilkel mikroplar, karşılaştırmalı geno-mikteki gelişmeyle birlikte, yaşamın derin geçmişini çözmemize yardımcı olacak.
|
|||||||||||||||||||||||||||||
birbiriyle uyuşmuyor. Herhangi bir görüşe tam katılım olması beklenemese de, görüş birliğinin artması olanaksız değil.
|
|||||||||||||||||||||||||||||
BİLİM ve TEKNİK 56 Eylül 2005
|
|||||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
||||||||||||||||||||||||||||
SEÇİCİ OLARAK BAĞIŞIKLIK TEPKİLERİMİZİ KAPATABİLİR MİYİZ?
|
||||||||||||||||||||||||||||
arada bulunması durumu. Alıcıda oluşan tüm kan yapıcı ve lenfoid hücreler tümüyle verici hücrelerinden kaynaklanıyorsa tam kimerizm-den; hem verici hem de alıcının hücreleri birlikte bulunuyorsa karışık kimerizmden söz ediliyor.)
Birkaç yıl sonra, Birmingham Üniversite-si'nden Peter Medawar ve ekibi, karışık kime-rizmli çift yumurta İkizi sığırların, birbirlerinin deri nakillerini kolayca kabul ettiklerini göstermiş. Medawar ilk başlarda kendi çalışmasının Owen'in çalışmasıyla ilişkisini değerlendirmemiş; ancak bu bağı gördüğünde, henüz rahimde olan doğmamış farelere farklı soydan farelerden aldığı dokuları enjekte etmeye karar vermiş. Araştırmacılar, 1953'te Nature dergisinde yayımlanan bir yazıda, doğumdan sonra bu farelerden bazılarının farklı soylardan alınan deri nakillerini reddetmediğini gostermiş-
|
lâ bağışıklık sisteminin nasıl çalıştığını çözmek ve onu ustaca yönetmenin güvenli yollarını bulmak gerekiyor.
Nakil araştırmacıları, tolerans sağlamak için üç temel stratejiyi takip ediyorlar. Birincisinde, Medawar'in deneyinde olduğu gibi, kimerizmden yararlanmaya çalışıyorlar. Araştırmacılar, organ bağışında bulunan kişinin bağışıklık hücrelerinin yeni ev sahibine nakli tolere etmeyi öğretmesi umuduyla, hastayı vericinin kemik iliğiyle aşılıyorlar. Ancak bazıları. nakledilen organla birlikte gelen, vericiye ait bağışıklık hücrelerinin de alıcıya tolerans öğretebileceğim iddia ediyor. İkinci stratejide, T hücrelerine nakledilen dokudaki yabancı antijenleri gördüklerinde anerjik olmayı ya da intihar etmeyi öğreten ilaçlar kullanılıyor. Üçüncü yaklaşımsa, belirli bağışıklık hücrelerinin kendilerini kopyalamasını engelleyen ve ayrıca, si-tokin denen, hücrelerarası iletişimden sorumlu doku hormonlarını salgılayarak reddetmeyi baskılayabilen T düzenleyici hücrelerinin üretimini etkiliyor.
Tüm bu stratejiler ortak bir sorunla yüzyü-zeler: Yaklaşımın başarılı mı yoksa başarısız mı olduğunu değerlendirmek oldukça zor. Çünkü bir kişinin nakledilen bir organı tolere edip etmediğini gösteren güvenilir biyoişaretleyiciler bulunmuyor. Bu yüzden toleransı değerlendirmenin tek yolu, ilaç tedavisini durdurmak; ki bu da, hastanın vücudunun nakil organı reddetmesi riskini doğuruyor. Benzer şekilde, etik endişeler de, araştırmacıların tolerans sağlamada kullanılacak ilaçları, bağışıklık sistemini baskılayıcı tedaviyle birlikte denemelerini gerektiriyor. Bu durumda da, ilacın etkinliği zayıflayabiliyor; çünkü ilaçların kendilerinden bekleneni yapması için tümüyle çalışan bir bağışıklık sistemine gereksinim var.
Eğer araştırmacılar, bağışıklık toleransını güvenli ve seçici bir biçimde sağlamak üzere 50 yıllık maceralarını tamamlayabilirlerse, binlerce nakil alıcısıyla birlikte, otoimmün hastalıkların kontrolü için de umutlar bir hayli artacak.
Cohen, J., "Can We Selectively Shut Off Immune Responses",
Science. 1 Temmuz 2005
Çeviri: Meltem Venal Coşkun
|
|||||||||||||||||||||||||||
Geride bıraktığımız birkaç on yıl içinde organ naklinde deneysellikten rutine geçildi. Yalnızca ABD'de her yıl 20.000'den fazla kalp, karaciğer ve böbrek nakli gerçekleştiriliyor. Ancak nakil yapılacak kişiler için değişmeyen bir-şey var: bağışıklık sistemini baskılamak için yaşam boyu ciddi yan etkileri olabilen kuvvetli ilaçlar kullanılması. Araştırmacılar uzun zamandır bağışıklık sistemini, nakilleri reddetmemesi için kandırmanın yollarını arıyorlar. Ancak bunu vücudun tüm savunmalarını köreltmeden gerçekleştirmek gerekiyor ve ne yazık ki şu ana kadar çok az başarı elde edilebildi.
Araştırmacıların karşı karşıya olduğu rakip oldukça dişli. Bazı nadir olgularda bağışıklık toleransı oluşabiliyor. Yani, nakil yapılan hasta bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçları almayı bıraksa da, bedenleri yabana organı reddetmiyor. Ancak araştırmacıların elinde, bu toleransı sağlamak için moleküler ve hücresel düzeyde neler olduğunu gösterecek net bir resim yok. Bağışıklık sistemiyle oynamak biraz mekanik bir saatle oynamaya benziyor. Yalnızca bir kısmı kurcalandığında tüm mekanizma bozulabiliyor. Ayrıca, tolerans sağlamak üzere tasarlanan İlaçları deneme açısından da büyük bir engel var: Bağışıklık sistemini baskılayıcı İlaçlar geri çekilmeden, işe yarayıp yaramadıklarını anlamak çok zor. Bu geri çekmekse, organın reddedilme riskini doğuruyor. Eğer araştırmacılar, bağışıklık sistemine nakil organlarını tolere etmeyi öğretmenin yolunu bulurlarsa, bu bilgi, otoimmün hastalıkların (bağışıklık sisteminin organizmanın kendi yapılarına karşı yanıt oluşturması durumunda oluşan hastalıklar.) tedavisi için anlamlı olacak.
Science dergisinde 60 yıl önce yayımlanan bir haber, sonradan bir maratona dönüşen nakil toleransı sağlama yarışında başlangıç noktası olmuş. Wisconsin Üniversitesi'nden Ray Owen, çift yumurta ikizi sığırların bazen bir plasentayı paylaştıklarını ve birbirlerinin kırmızı kan hücreleriyle doğduklarını belirtmiş. "Karışık kimerizm" olarak adlandırılan bu durumda sığırlar görünüşte bir sorun olmadan yabancı hücreleri tolere etmişler. Kimerizm, allo-jeneik (aynı türün bireyleri arasında) kök hücre nakli sonrası alıcı ve verici hücrelerinin bir
|
||||||||||||||||||||||||||||
ler. Bu etkili deney, pek çok biliminsanının kariyerini nakil konusuna adamasına önderlik etmiş ve bu tür çalışmalarla, otoimmün hastalıklara çare bulunabileceği umutları yükselmiş.
Büyük çoğunluğu farelerle çalışan bağışık-lıkbil imcileri, şimdiye kadar, toleransın arkasında çeşitli ayrıntılı mekanizmalar olduğunu belirttiler. Örneğin bağışıklık sistemi, kendine karşı bağışıklık ataklarını baskılayan "düzenleyici" hücreleri salabiliyor; zararlı bağışıklık hücrelerini intihar etmeye ya da anerji denilen, durgunluk, enerji üretiminde eksiklik ya da belli bir antijene karşı bağışıklık tepkisinin olmaması biçimindeki işlev bozukluğuna zorla-yabiliyor. Aslında araştırmacılar artık bu süreçleri yürüten genler, almaçlar ve hücre iletişi-rniyle İlgili ince ayrıntıları biliyorlar. Ancak, ha-
|
||||||||||||||||||||||||||||
Strese dayanıklı bitkilerdeki çeşitliliğin temeli ne?
Kuraklık, soğuk gibi zorlayıcı çevresel etkilere dayanıklı olan bitkilere gereksinimimiz var. Ancak birbirleriyle karmaşık etkileşim içinde bulunan genlerin sayısı o kadar çok ki, kimse henüz hangi birinin nasıl çalıştığını ortaya koyabilmiş değil.
|
||||||||||||||||||||||||||||
verimli ürünlerin elde edilmesinde işe yarayabilir.
Neden bütün bitkilerin, bütün hastalıklara karşı bağışıklıkları yok?
|
||||||||||||||||||||||||||||
Çiçekler nasıl evrimleşti?
Darwin'in "büyük muamma" olarak nitelediği bu soru, bizler için de hemen hemen aynı niteliği taşıyor.
|
||||||||||||||||||||||||||||
Bitki büyümesi nasıl denetleniyor?
Sözgelimi, kızılağaçlar 100'lerce metre uzunluğa ulaşabilirken, boyu 10 cm'yi aşmayan ağaçlar bile var. Bu farkın nedenlerini anlamak, daha
|
||||||||||||||||||||||||||||
Bitkiler, genel bağışıklık tepkisi verebilmenin yamsıra, belirli hastalık yapıcıları hedefleyen moleküler "nişancı"la-ra da sahipler. Bitklbilimcilerin merak ettiği, farklı bitki türlerinin, hatta birbirleriyle yakın akraba olan türlerin bile neden farklı savunma ordularına sahip oldukları. Bu sorunun yanıtı, daha daya
|
||||||||||||||||||||||||||||
nıklı ürünler alınmasını sağlayabilir.
|
||||||||||||||||||||||||||||
Eylül 2005 57 BİLİM ve TEKNİK
|
||||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
OLMAMA DURUMU ALTINDA DAHA
DERİN İLKELER Mİ YATIYOR?
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
"Kuantum mekaniği çok etkileyici" diye yazmıştı Albert Einstein 1926'da. "Ama içimden bir ses bunun henüz çok da gerçek bir şey olmadığını söylüyor." Kuantum kuramı yıllar içinde geliştikçe bu iç ses gittikçe sessizleşti fakat tamamıyla susmadı. Hala acımasız bir mırıltı kuantum kuramı için yapılan övgülerin arka planında duyuluyor gibi.
Kuantum kuramı 19. yüzyılın sonlarında doğdu ve modern fiziğin en önemli dayanaklarından biri haline geldi. Bu kuram inanılmaz derecede küçük boyuttaki dünyanın, atomların, elektronların ve benzer parçacıkların tahmin edilemez, tuhaf davranışlarını tanımlayıp açıklamaya yönelik. Yine de bu alandaki başarı, rahatsızlıklarla birlikte var oluyor. Kuantum mekaniğindeki denklemler çok güzel İşliyor, ne var ki çok anlamlı değiller.
Kuantum denklemlerine nasıl bakarsanız bakın, onlar küçük cisimlere sezgilere karşı gelecek hareketler yaptırıyorlar. Sözgelimi "üst üste binme" böyle bir şey. Aynı anda doğru olamayacak iki şey bu dünyada birlikte var olabilir. Kuantum kuramının matematiği bize bir atomun aynı anda bir kutunun hem sağ yanında hem de sol yanında aynı anda var olabileceğini söylüyor. Bu durum, atom gözlemlenmediği ve kurcalanmadığı sürece geçerli. Ama gözlemci kutuyu açtığında ve atomun nerede olduğunu anlamaya çalıştığında bu üst üste binme durumu bozuluyor ve atom birdenbire nerede olacağını seçiyor.
Bu düşünce bugün de Erwin Schrödin-ger'in üst üste binme durumunu hicvetmek için yan canlı yarı ölü bir kedi tanımladığı 80 yıl öncesinde olduğundan daha az şaşırtıcı değil. Nedeni kuantum teorisinin "olmak" eyleminin anlamını değiştirmesi. Klasik dünyada bir nesnenin katı gerçekliği vardır. Bir gaz bulutu bile her biri iyi tanımlanmış konum ve hızlara sahip küçük bilardo toplarına benzeyen parçacıklarla açıklanabilir. Kuantum kuramı bu katı gerçekliği yıkar. Aslında, kuantum kuramının matematiğinden doğan ünlü belirsizlik ilkesi, nesnelerin konumlarının ve momentlerinin belirsiz ve bulanık olduğunu söyler ve biri hak-
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
kında bilgi sahibi olmak diğeri hakkındaki bilginin kaybedilmesi demektir der.
İlk kuantum fizikçileri, bir nesnenin aslında olasılık dalgaları içinde olduğunu ve bir araştırmacı ölçüm yaptığında gerçeğe dönüştüğünü söylüyorlardı. "Kopenhag yorumu" olarak adlandırılan bu açıklama ancak gerçeğin katı cisimler olduğu değil olasılık dalgalan olduğu kabul edilirse bir anlam taşır. Eğer öyleyse bile bu durum, kuantum kuramının bir başka garipliğini yerel olmama durumunu açıklamakta yetersiz kalıyor.
1935'te Einstein bugün bile genel görüşe meydan okuyan bir senaryo geliştirdi. Bu düşünce deneyine göre iki parçacık birbirlerinden uzağa uçuyor ve gökadanın karşıt uçlarına ulaşıyorlar. Ancak bu iki parça "dolanık", yani aralarında kuantum mekaniksel bir bağ var. Öyle ki parçacıklardan biri ikizine ne olduğunu anında hissediyor. Biri üzerinde bir ölçüm yapıldığında diğeri de aynı anda etkileniyor. Sanki çok uzak mesafelerden birbirleriyle açıklanamayan mistik bir İletişim kurar gibi. Bu "yerel olmama" durumu da aslında kuantum kuramının laboratuarlarda sınanmış matematiksel bir sonucu. Bu "sinsi eylem" mesafeleri ve zamanın akışını hiçe sayıyor ve dolanık-lar ölçüldükten sonra da dolanık kalıyorlar.
Bir seviyede kuantum kuramının tuhaflığı hiç de öyle sorun falan değil. Matematiksel çatısı bu garip durumu gayet iyi tanımlıyor.
|
Eğer biz insanlar fiziksel gerçeklerin denklemlerle bağdaştığını kafamızda canlandıramryor-sak ne olmuş yani? Bu davranışa kuantum kuramının "sus ve hesaplamaya devam et" yorumu deniyor. Oysa başkalarına göre kuantum kuramında bazı şeylerin aklımıza yatmaması, henüz anlaşılması gereken başka gerçekler olduğunun bir göstergesi olabilir. İkinci gruptaki bazı fizikçiler, kuantum kuramının Özündeki gizemi çözebilmek için çeşitli deneyler tasarlamakla meşguller. Üst üste binme durumunun neden çöktüğü araştırılıyor. Böylece belki kuantum kuramında ölçümün oynadığı rol de daha İyi anlaşılacak ve büyük cisimlerin neden küçüklere göre farklı davranışlar sergilediği ortaya çıkacak. Bunun yanında çoklu dünyalar kuramı üzerinde çalışarak üst üste binmeyi açıklayan ve paralel dünyaların olduğunu söyleyen yorumlar üzerine de yapılan çalışmalar var. Başka birileri de üst üste binme, dolanık-lık ve öteki kuantum olguları paralel evrenlerin varlığına dayandıran çoklu dünyalar yorumu gibi kuantum kuramının gariplikleri için getirilen çeşitli açıklamaları sınamanın yollarını arıyorlar. Belki bu çalışmalar sonucunda bi-liminsanları, Einstein't tanrı zar atmaz sözlerini sarfetmeye götüren rahatsızlığın aşılmasını sağlayabilirler,
Seife, C. "Do Deeper Principles Underlie Quantum Uncertainty and
Nonlocallty?" Science, 1 Temmuz 2005 Çeviri: Gökhan TOK
|
|||||||||||||||||||||||||||||||
temlerin bulunması, büyük ölçüde yaratıcı düşünmeye bağlı.
Neden bazı dinozorlar çok büyüktü?
Dinozorların bir kısmı inanılmaz derecede büyük boyutlara ulaştılar; ve bazıları da 20 yıldan kısa bir süre içinde. Peki, sözgelimi uzun boyunlu sauropodlar,
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Soyların tükenmesine ne neden oldu?
Dinozorları dev bir göktaşı çarpmasının yok ettiği düşünülüyor. Ancak yokoluşla ilgili başka etkenlerin belirlenmesinde bugüne kadar pek ba
|
Ekosistemler küresel ısınmaya nasıl tepki verecek?
Gittikçe artan sera etkisinin etkilerini öngörebilmek için, iklimbilimcilerin bölgesel değişikliklere, çevrebilimcilerinse çevresel değişikliklere yoğunlaşmaları gerektiği düşünülüyor.
|
|||||||||||||||||||||||||||||||
şarılı olunamadı. Bu iş-te daha sinsi etkenlerin de parmağı varsa, bun-ları ortaya çıkarmak epeyce zaman alacak gibi görünüyor.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
hem günde en az 100 ton yiyip hem de çevrelerini 'kurutmamayi' nasıl başarmış
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Soyların tükenmesini Önleyebilir miyiz?
Tehlike altındaki birçok türü kurtarmak için, ülke politikaları ve ekonomik açıdan uygun yön-
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
lardı?
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
BİLİMveTEKNİK 58 Eylül 2005
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
CEVAP LAN AMAYA N 125 SORU
|
|||||||||||||||||||||||||
ETKİLİ BİR HIV AŞISI MÜMKÜN MÜ?
|
|||||||||||||||||||||||||
sü ve tüberküloz basili gibi HIV benzeri virüslere karşı çok az başarı elde edebilmiş olduklarına İşaret ediyorlar.
AİDS aşısı araştırmacıları, başarılı olacaklarına inanmak için birtakım geçerli nedenlere sahipler. Maymunlarla yapılan deneyler, aşıların HlV'in bir benzeri olan SIV'e karşı koruyucu olabileceklerini gösterdi. Çeşitli çalışmalar, HlV'e maruz kalmış, ancak hastalığa yakalanmamış birçok İnsan olduğunu, bir şeylerin bu virüsü durdurduğunu gösteriyor. Virüs bulaşmış kimselerin küçük bir yüzdesi
|
feksiyona yol açmayı başardığında, ikinci bir savunma hattı olan hücresel bağışıklık, HIV bulaşmış hücreleri hedef alır. Günümüzde, hücresel bağışıklık sisteminin savaşçıları olan bu katil hücrelerin üretimini sağlayan çeşitli aşılar deneniyor. Ancak, hücresel bağışıklık sistemi, başka hücreleri de işin içine katıyor; makrofajlar, sitokin olarak adlandırılan kimyasal habercilerden oluşan ağ, ve doğal öldürücü hücreler gibi. Antikor bazlı aşı geliştirme çabalan, araştırmacıların tersine düşünmelerini gerektirse de, bir tür rönesansa doğru gidiyor. Aşı araştırmacıları tipik olarak antijenlerle işe başlıyor (bu durumda HIV parçaları) ve bunların tetiklediği antikorları değerlendiriyorlar. Araştırmacılar şimdilik, enfeksiyon kapmış ve HIV enfeksiyonunu durdurmuş insanlardan aldıkları bir düzineden fazla antikoru test tüpünde ayırt edebilmiş durumdalar. Buradaki canalıcı nokta, hangi antijenlerin bu antikorların üretimini tetiklediğini bulmak olacak.
Başarılı bir AIDS aşısının hem antikor üretimini hem de hücresel bağışıklığı geliştirmesi gerekiyor. Bundaki anahtar belki de HlV'in vücuda girdiği mukozalı bölgelerdeki bağışıklık tepkisini canlandırmak olabilir. Hatta, araştırmacıların günümüzde bilinmeyen türden bir bağışıklık tepkisini keşfetmeleri bile olası. Ya da yanıt, belki de bağışıklık sistemiyle insan genetik çeşitliliğinin karşılıklı etkileşiminde yatıyor. Çalışmalar, HfV enfeksiyonuna ve hastalığa yatkınlığın genlerle İlişkili olduğunu gösteriyor.
Bu soruların çözülmesi, HIV gibi bağışıklık sistemine saldıran ve milyonlarca insanı öldüren hastalıklara karşı aşı geliştirilmesine katkıda bulunacak. Bu aşılan geliştirmek için çalışanların, yanıtları belki de hiç beklenmedik yerlerde aramaları gerekiyor. AIDS aşısı araştırmacılarının, henüz tam olarak çözülememiş olan bağışıklık sistemi hakkında ortaya çıkardıkları, gereksiz bir çalışma da olabilir.
Cohen J. "Is an Effective HIV Vaccine Possible?"
Science, 1 Temmu; 2005
Çeviri: Alp Akoğlu
|
||||||||||||||||||||||||
Araştırmacıların AiDS'in nedeni olarak HIV virüsünü ortaya koymalarından bu yana geçen 20 yıl içinde, tarihte herhangi bir virüse karşı harcanandan daha fazla para harcandı. Bu süre içinde, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü, tek başına yılda yaklaşık 500 milyon dolarlık yatırım yaparak 50'den fazla ilacı klinik deneylere sundu. Ne var ki, milyonlarca yeni H1V enfeksiyonunu önleyebilecek etkili bir AİDS aşısı hâlâ uzak bir düş olarak duruyor.
AİDS araştırmacıları, virüsün içini dışına çıkarmış ve onun bağışıklık sistemini nasıl mahvettiğini dikkatlice ortaya koymuş olmalarına karşın, ne tür bir bağışıklık tepkisinin insanları enfeksiyondan koruyacağı anlaşılmış değil.
Bu duruma kuşkuyla yaklaşanlar, hiçbir aşının HIV'i durduramayacağını öne sürüyorlar. Virüs, çok hızlı kopyalandığı için bu sırada çok fazla genetik farklılık ortaya çıkıyor. Bu nedenle, aşıların tüm HIV tiplerini etkisiz duruma getirmesi pek mümkün olamıyor. HIV, aynı zamanda vücudun verdiği bağışıklık tepkisine karşı da birtakım mekanizmalar geliştiriyor. Yüzey proteinini şekerlerle kaplayan virüs, antikorlardan saklanabiliyor ve bağışıklık sağlayan başka savaşçıların üretimini engelleyecek proteinler üretiyor. Aşının başarısına kuşkuyla yaklaşanlar, aşı geliştirmek için çalışan araştırmacıların, bağışıklık sistemini çökerten Malaria paraziti, hepatit C virü-
|
|||||||||||||||||||||||||
herhangi bir zarar görmezken, başkaları bağışıklık hasan göstermeden on yıl, hatta daha uzun süre virüsü saklayabiliyorlar. Bunun yanında biliminsanlan, bazı ender antikorların test tüpündeki Örneklere karşı güçlü bir şekilde savaştıklarını buldular.
Başlangıçta, araştırmacılar HlV'in yüzey proteinine saldıran antikorların üretimine yönelik aşılara ümit bağlamışlardı. Bu yaklaşım virüsün, yüzey proteinini beyaz kan hücrelerine bağlanmada kullanması ve enfeksiyona bu şekilde neden olması nedeniyle, ümit vaa-detmişti. Ancak klinik deneylerde, bu aşıların yararsız olduğu görüldü.
Şimdi, araştırmacılar farklı yaklaşımlar uyguluyorlar. HIV, antikorları altetmeyi ve en-
|
|||||||||||||||||||||||||
İnsan kültürünün kökleri neler?
Hiçbir hayvan, çeşitli keşiflerde bulunma ve gelişmeleri gelecek kuşaklara aktarma gibi bir yetenek konusunda İnsanın yanına bile yaklaşamıyor. Bu farkın nedeninin anlaşılması, insan kültürünün nasıl geliştiğinin anlaşılmasına yardımcı olacak.
Dil ve müziğin evrimsel kökleri neler?
Konuşma ve müzik yapma üzerine çalışan si-nirbilimciler, bu değerli yeteneklerin nasıl ortaya çıktığını anlama yjnünde çeşitli ipuçları bulmaya başladılar.
|
|||||||||||||||||||||||||
rünün ortaya çıktığını düşündürüyor. Daha iyi ta-rihlendirme ve daha çok malzeme, bu bulguların onaylanmasına ya da reddedilmesine yardımcı olacak.
Modern insan davranışının ortaya çıkmasına ne yol açtı?
Homo sapiens, basit düşünme, dii ve sanat yeteneğini yavaş yavaş mı, yoksa 40.000 yıl önce Avrupa'da meydana gelen bir "kültürel büyük patlamayla" mı kazandı? Türümüzün ortaya çıktığı Afrika'daki veriler, bu sorunun anahtarı olabilir.
|
|||||||||||||||||||||||||
akın geçmişte kaç insan turu vardı ve bunların birbirleriyle İlişkileri nasıldı?
Endonezya'da bulunan yeni cüce insan fosili, geçmiş 100.000 yıl içinde en azından 4 insan, tü-
|
|||||||||||||||||||||||||
Eylül 2005 59 BİLİMveTEKNİK.
|
|||||||||||||||||||||||||
CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
|
||||||||||||||||||||||||||
KÜRESEL ISINMA DÜNYAMIZI N E KADAR ISITACAK?
|
||||||||||||||||||||||||||
Biliminsanları, son zamanlarda dünyanın ısındığını biliyorlar ve bu ısınmanın çoğunun insan etkinliklerinden kaynaklandığına inanıyorlar. Peki, gezegenimizi gelecek on yıl, yüz yıl ne kadar zorlayabiliriz? Bu, iklim sisteminin ne kadar duyarlı olduğuna bağlı; yani hava, okyanuslar, buzullar, toprak ve canlıların, atmosfere pompaladığımız sera gazlarına verdiği tepkiye. "İklimsel duyarlılığa" ilişkin bilimsel görüşler, çeyrek yüzyıl boyunca belirsizlikten kurtulamadı. Fosil yakıtların yakılması, volkanik etkinlikler ya da küresel "kararma"dan kaynaklanan, karbondioksit gibi iklim değişikliğini tetikleyen etkenler zorlandığında iklimin çok kırılgan olacağı ve dünyanın aniden ısınabileceği görüşünü destekleyen uzmanlar, daha sonra iklimin o kadar da duyarlı olmadığını, dünyanın ciddi bir baskı altında olmasına karşın az ısındığını kabul eden uzmanların ta kendileriydi.
İklimsel duyarlılıkla ilgili sorun, bunun sokağa çıkıp doğrudan ölçüleme-mesi. Bu nedenle er ya da geç bir iklim modelinin hazırlanması gerekiyor. Her model, kendine özgü bir duyarlılığı ortaya koyuyor, ancak her biri gerçek küresel iklim sisteminin büyük ölçüde basitleştirilmiş bir kopyasını oluştururken, aynı belirsizlikleri içeriyor. Sonuç olarak iklimbilimciler, iklimsel duyarlılık İçin uzun süredir aynı 'bulanık' sıcaklık aralığı üzerinde duruyorlar. Bu yüzyılda gerçekleşmesi tahmin edildiği gibi, sera gazı olan karbondioksitin miktarı ikiye katlanırsa dünya, en az 1,5 C, ve en fazla 4,5 °C ısınacak. İlk olarak 1979 yılında ortaya atılan ve yalnızca iki eski İklim modeline temellendir-miş olan bu aralık, o zamandan bu yana gerçekleştirilen bütün temel iklim değerlendirmelerinde sözkonusu ediliyor.
Araştırmacılar, sonunda olası duyarlılığın aralığını, en azından bir tarafından kesinleştirmeye çalışıyorlar. Görünüşe göre, mevcut modellerin duyarlılığı (96 5 - % 95 güvenirlilikle), geleneksel 1,5 °C - 4,5 °C aralığı içinde ve
|
||||||||||||||||||||||||||
kimilerinde de 4,5 °C'nin üzerine çıkıyor. Bulut davranışları gibi çok sayıda parametrenin tek bîr modelde işletilmesi üzerine kurulu yeni yaklaşımın ilk denemesindeyse duyarlılık aralığı en olası 3,2 °C değeriyle birlikte 2,4 QC - 5,4 C olarak duyuruldu.
Bununla birlikte, modellerin yalnızca birer model olduğunu unutmamak gerekiyor!
|
||||||||||||||||||||||||||
matologlar, iklimsel duyarlılığın geleneksel aralık içinde en İyi tahminle 3 °C civarında olacağını tahmin ediyorlar.
Araştırmacılar, en azından İklimsel duyarlılık aralığının düşük değerinin kesinleşeceğini, 1,5 C'nin altına inmeyeceğini söylüyorlar. Kimi karşı görüşlere göreyse, bu değer fazla düşük. Ancak iklimsel duyarlılık ölçümleri hâlâ aralığın yüksek değerine belirli bir sınır koyamıyor. Geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleştirilen iklim değişikliği gözlemleri, yanısıra iklim değişikliğini tetikleyen tüm doğal ve İnsan kaynaklı etkenlere İlişkin tahminler, %30 olasılıkla aralığın 4,5 C ile 9 °C arasında olabileceğini öngörüyor. Yapılan son çalışmalardan biri, duyarlılığın 11 °C'ye çıkabileceğine işaret etse de, araştırmacılar böyle bir uç değerin gerçekleşme olasılığının ne olduğunu söyleyemiyorlar. Kimi araştırmacı-larsa, geçmiş jeolojik zamanlardaki en kötü küresel ısınma dönemine işaret ederek, modellerin henüz içermediği ve iklim sistemine zarar verecek bir başka unsur olabileceğini ileri sürüyorlar.
İklim araştırmacılarının önünde zor bir iş var. Belirsizliğin en büyük kaynağı olan bulutları ve aerosolleri daha iyi anlayarak modellerine eklemek zorundalar. 10 ya da 15 yıl önce, biliminsanları bunun 10 ya da 15 yıl süreceğini söylüyorlardı; ama bunun en kısa sürede gerçekleşenine ilişkin hiç bir işaret yok. Yapılacak şey. modellerin doğruluk düzeyini artırmak: bu da bilgisayar teknolojisindeki hızlı İlerlemeler ışığında, oldukça gerçekçi bir hedef. Ayrıca, geçmiş İklim değişiklikleri ve bunları tetikleyen etkenlerle ilgili daha çok ve daha iyi verilerin de ortaya çıkarılması gerekiyor. Bu arada unutmamak gerekiyor ki, küresel ölçekte kullanılan fosil yakıtlardan vazge-çilmediği sürece, karbondioksitin ikiye katlanması, beraberinde getireceği sonuçlarla birlikte kaçınılmaz olacak.
Kerr R. A. "How Hot Will The Greenhouse World Be"
Science. Temmuz 2005
Çeviri: Tuğba Can
|
||||||||||||||||||||||||||
Bunlar doğanın gerçek mekanizmasını ne kadar yansıtabiliyorlar? Uzak geçmişte sera gazları gibi iklim değişikliğini tetikleyen etkenlerin, zamanla doğada nasıl değiştiği ve iklim sisteminin bu değişikliklere nasıl tepki verdiğini inceleyen paleoklimatoloji, burada sahneye giriyor. Elbette doğa, yaklaşmakta olan küresel ısınmanın kusursuz bir benzerini yaşamadı. Üstelik, son buz devri sırasında karbondioksit derişiminin ne kadar düştüğünü ya da Filipinlerdeki Pinatuba yanardağının patlamasının gün ışığını ne kadar engellediğini tahmin etmek gerçekten zor. Ancak paleokli-
|
||||||||||||||||||||||||||
İnsan ırkı diye bir şey var mı? Varsa Nasıl Gelişti?
Antopologlar uzun süredir, "ırk" kavramının biyolojik gerçeklikten yoksun olduğunu savun-maktalar. Ancak genetik 'makyajımız'ın coğrafi kökene göre değişiklikler gösterdiği de bir gerçek. Tabii bu da hem siyasi, hem ahlaki hem de bilimsel soruların ortaya çıkmasına neden oluyor.
|
||||||||||||||||||||||||||
Neden kimi ülkeler gelişiyor, kimileriyse hiç ilerlemiyor?
Norveç'ten Nijerya'ya kadar, ülkelerin yaşam standartları arasında çok büyük farklılıklar bulunuyor ve bu farklılıklar gün geçtikçe azalmıyor.
Devletlerin büyük bütçe açıklarının ülkelerin faiz oranlarına ve ekonomik büyüme hızlarına etkisi nedir?
5u konuda örnek olarak ABD'ye bakılabilir.
Siyasi ve ekonomik özgürlük birbiriyle yakından İlişkili midir?
Çin, buna bir yanıt sağlayabilir.
|
||||||||||||||||||||||||||
Neden Sahra güneyindeki Afrika ülkelerinde açlık artıyor ve insan ömrü azalıyor?
Sahra güneyindeki Afrika ülkelerinde yoksulluğu azaltmak için gösteri-len ça baların neredeyse başarısızlığa uğra-kitlesel acıyı bir ölçüde hafifletmek için hangi yöntemin işe yarayacağını bulmak gerekiyor.
|
||||||||||||||||||||||||||
BİLİMveTEKNİK 60 Eylül 2005
|
||||||||||||||||||||||||||
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
|
|||||||||||||||||||||
UCUZ PETROLÜN YERİNİ NE ALABİLİR?.. NE ZAMAN?..
|
|||||||||||||||||||||
Eski enerji kaynaklarından yeni enerji kaynaklarına giden yol, engebelerle dolu olabilir; ancak, geçmişte bu geçişler oldukça yumuşak gerçekleşmişti. Bin yıl boyunca oduna bağımlı kaldıktan sonra, toplum enerji kaynaklarına kömürü ve su gücünü de kattı. Sanayileşme başladı. Petrol geldi; bir sonraki odun ya da kömür yığınının nereden geleceği, ya da enerji üretimindeki büyük artışın dünyaya nelere malolaca-ğı konusunda tek bir kaygı bile akıllara gelmeden, kara ve hava taşımacılığı yaygınlaştı...
Zaman değişti. Petrolün fiyatı hızla artıyor, küresel sıcaklık değerleri yükselirken her iki kutuptaki buzullar da eriyor. Bir sonraki büyük enerji geçişinin geçmiştekiler gibi yumuşak olup olmayacağı, büyük oranda şu üç soruya bağlı olacak: Dünyanın petrol üretimi ne zaman tepe noktasına ulaşacak? Dünyanın iklimi, fosil yakıtları yakarak atmosfere saldığımız karbon di-oksite karşı ne ölçüde duyarlı? Ve, fosil yakıtlara alternatif enerji kaynaklan makul fiyatlarda olacak mı? Bu soruların yanıtları, bilimsel ve teknolojik gelişmelerde gizli; ancak, toplumun bunlara vereceği karşılığın sınırlarını politika belirleyecek.
Hemen herkes, yakın bir gelecekte tüm dünyada petrol sıkıntısı çekileceği düşüncesinde birleşiyor. Tartışma, bunun ne kadar yakın bir gelecekte gerçekleşeceği konusunda. Küresel petrol gereksinimi, her yıl % 1 - 2 oranında artıyor; her saniye yeraltından yaklaşık 1000 varil petrol çıkarılıyor. Karamsarlar (daha çok, petrol firmalarında çalışmış yerbilimcilerden oluşuyorlar), petrol üretiminin çok yakında tepe noktasına ulaşmasını bekliyor ve ABD'li yerbilimci M. King Hubbert'in, 1956 yılında, ABD'nin petrol üretiminin 1970 yılında tepe noktasına ulaşacağını başarıyla tahmin etmesini örnek gösteriyorlar. Geçmişteki üretimi ve keşifleri dikkate alarak, aynı yöntemle, dünyanın petrol üretiminin 2010 yılında tepe noktasına ulaşacağını tahmin ediyorlar. İyimserler (daha çok, kaynaklar konusunda uzmanlaşmış ekonomistlerinden oluşuyorlar), petrol üretiminin, yeraltnda ne kadar petrol bulunduğuna değil, daha çok, ekonomiye ve politikaya bağlı olduğu inancındalar. Teknolojik gelişmelerin
|
de araya girmesiyle, petrol üretiminin artmayı sürdüreceğini söylüyorlar. Böyle bile olsa, petrol üretiminin tepe noktası, ancak yüzyılımızın ortasına ertelenebiliyor! Örneğin, ABD için, enerji tüketimindeki % 40'lık petrolü başka bir kaynakla değiştirmeye başlaması gerekeceği için, 2050 bile çok "erken" bir tarih. Ayrıca, iklim değişimi konusundaki kaygılar yoğunlaştıkça, fosil yakıt dışındaki enerji kaynaklarına geçiş daha da acil duruma gelebilir.
|
||||||||||||||||||||
çözüm bulamadılar; ayrıca, nükleer santral işleticilerinin taşıması gereken sorumluluklar ve bunlar için gereken yatırımların büyüklüğü, şirketleri ürkütüp kaçırıyor. Yenilenebilir enerji kaynakları, genellikle dağınık halde bulunuyor. Bu da, bu kaynaklardan yeterli miktarlarda ve ucuz enerji üretiminin önünde bir engel. Alternatif enerji kaynakları arasında, yaklaşık 4,5 sentlik kilowatt saat fiyatı ve tüm dünyada toplam 40 milyar watt enerji üretme kapasitesiyle, rüzgâr enerjisi şimdilik önde görünüyor.
Bu çok iyi bir oran; ancak, fosil yakıt tüketi-miyle karşılaştırıldığında, yenilenebilir enerji hâlâ çok küçük ölçekli kalıyor. Örneğin ABD'de, yenilenebilir enerji, toplam enerji üretiminin yalnızca % 6'sını oluşturuyor. Şu an 13 terawatt olan yıllık küresel enerji gereksiniminin artmayı sürdürerek yüzyılın ortasında 30 - 60 tera-watt'a çıkacağı tahmin ediliyor. Bu nedenle, bugünkü kaynakların yerini alabilmek için, yenilenebilir enerji kaynaklarının çok büyük oranda artırılması ve dünyanın gelecekteki enerji gereksinimini önemli ölçüde etkilemesi gerekiyor.
Bunun gerçekleşebilmesi için ne tür değişimler gerekiyor? Enerjinin daha verimli kullanılması, enerji planlamasının olmazsa olmazı olacak. Alternatif enerjilerin verimliliğinin artırılması da bir o kadar önemli. Güneş enerjisi modüllerinin maliyeti, son 30 yılda 100 kat azaldı. Birçok uzman, güneş enerjisi sistemleri yaygınlaşmadan önce, bu maliyetin 100 kat daha azalması gerektiğini hesaplıyor. Nanotekno-lojideki gelişmeler, güneş enerjisi kollektörleri-nin verimini artıracak yeni yarıiletken sistemlerinin bulunmasını ve belki de, doğrudan güneş ışığı, karbon dioksit ve sudan kimyasal yakıt sağlayabilir.
Ancak, bir enerji krizinden kaçınabilmek için, zamanı geldiğinde tüm bunların hazır olabilmesi, enerji alanındaki araştırma geliştirme çalışmalarına ne ölçüde öncelik tanınacağına bağlı. Bu da, bilimin bizlere gösterdikleri konusunda ortaklaşa verilmiş politik kararlar gerektirecek.
Keer, R. AS Service, R. F. "What can replace cheap oil - and when" Science, 1 Temmuz 2005 Çeviri: Aslı Zülâ
|
|||||||||||||||||||||
Petrol kaynaklan yakın bir zamanda tepe noktasına ulaşırsa ya da iklim konusundaki kaygılar fosil yakıt tüketiminden uzaklaşılması-na neden olursa, kenarda bekleyen çok sayıda alternatif enerji kaynağına yönelinebilir. Güneş, yeryüzünü kesintisiz olarak 86.000 trilyon watt'lık (terawatt) enerjiyle yıkıyor; bu, gezegendeki tüm insanların bir yıllık enerji tüketiminin 6600 katı kadar. Rüzgâr, biyokütle enerjisi ve nükleer enerji de çok verimli olabilir. Enerjiyi tutumlu kullanmak konusunda da yapılabilecek birçok şey var.
Elbette, alternatif enerji kaynaklarının da kendine göre sorunları var. Nükleer fisyonu destekleyenler, gayet uzun ömürlü olan radyoaktif atıkların yönetimi için tartışma yaratmayan bir
|
|||||||||||||||||||||
İlk 1840'larda yazılan bu denklemler, düz ve çalkantılı akının her ikisinin de anlaşılmasında anahtar rolünde-ler. Bunları etkin biçimde kullanmak için, kuramcıların bunların ne zaman çalışıp ne zaman çöktüğünü bulmaları gerekiyor.
Poincare'nİn testi, küreleri dört boyutta tanımlayabiliyor mu?
Bir simidin çevresine bir ipi dolayabilirsiniz belki, ancak ip bir küreden sıyrılacaktır. Bu gözlemin ardındaki matematiksel ilke, bütün küresel nesnelerin üç boyutlu ortamda ayırt edilebilmesini güvenilir biçimde sağlayabilir. Henri Poincare, bunun aynı zamanda bir sonraki boyutta da çalışabileceğini varsaydı; ancak, bunu henüz kimse kanıtlayamadı.
|
|||||||||||||||||||||
Eliptik eğrinin sonsuz sayıda oransal çözümünün olup olmadığı sınanabilir mi?
y=x3 + ax +b biçimindeki denklemler güçlü birer matematiksel araçtır. Birch ve Swintıerton-Dyer varsayımı oranlı sayılar krallığında kaç çözüm olduğunu söylüyor. Eğer varsayım doğruysa, bu bilgi çok sayıda problemi çözecektir. Hodge döngüsü, cebirsel döngülerin bir toplamı mı?
İki kullanışlı matematiksel yapt, geometri ve basit cebirde birbirinden bağımsız olarak doğdu. Hodge varsayımı, bunların arasında şaşırtıcı bir bağlantı kurar; ancak, burada kurulması gereken bir köprü var. Matematikçiler, Navier Stokes denklemlerinin gücünü ortaya koyabilecekler mi?
|
Riemann zeta fonksiyonunun ilginç matematiksel çözümlerinin hepsi a + bi biçiminde mi?
Ayrıntılara takılmamak gerek. 19. yüzyılın ortalarından beri "Riemann Hipotezi", matematikçilerin havuzundaki bir canavar yayınbalığı oldu. Eğer bu doğruysa, bu onlara asal sayıların dağılımı ve uzun süredir bekleyen birçok başka gizemle ilgili çokça bilgi sağlayacak. Standart Model matematiksel bulgulara mı dayanıyor?
Neredeyse 50 yıldır bu model, parçacıkların davranışlarıni geometride bulunan yapılara bağlayan "kuan-tum Yang-Mills kuramfna dayanıyordu. Bu kuram nefes kesici şekilde güzel ve kullanışlı; ne var ki, henüz kimse bunun geçerli bir kuram olduğunu ispatlayamadı.
|
||||||||||||||||||||
Eylül 2005 61 BİLİMveTEKNİK
|
|||||||||||||||||||||