s-1.jpg
sinemada psikolojik bozukluklar
s-2.jpg
s-3.jpg
kalarıyla paylaşmak isterken bir referans noktası olarak kullanırız. Bu şekilde filmlerin bizde oluştur­dukları etkileri, başkalarına da ya­yarız. Böylelikle, etkili filmlerin top­lum içinde yeni normlar, inançlar ve davranış kalıpları oluşturmaları mümkün olabilmekte. Psikolojik ve sosyal etkileri nedeniyle sinema film­lerinde işlenen konuların önemi daha da artıyor.
Hemen güzel bir örnekle konumu­zu renklendirelim. Kuzuların Sessizli­ği filminde ajan Starling'in FBI'ın en tehlikeli mahkumları tuttuğu hapisha­ne koğuşunun karanlık koridorunda yürürken Hannibal Lecter'ın hücresi­nin önüne gelerek onunla ilk karşılaştı­ğı sahneyi hatırlayalım. Psikiyatrist Hannibal Lecter'ın yüzünü ilk defa gör­düğümüz ve içimizi ne göreceğimizle ilgili kuvvetli bir merak ve korkunun kapladığı bu sahnede, karşımızda bi­zim gibi bir insan görür ve şaşırırız. An­cak ilk görüntüden sonra Lecter'ın davranışlarından ve kurduğu diyalog­dan farklı bir insan olduğu hemen an-
Sinema filmlerinde seyirciye anlatılmak istenen konular, sanatçıla­rın duygularımıza hitap eden ustalığıy­la hazırlanmış etkileyici bir senaryo, iki boyutlu perdede her türlü derinliği ya­ratan imajlar, 3. boyut hissini artıran ve iç organları bile sarsan kuvvette bir ses düzeneği içinde seyirciye sunuluyor. Böylelikle seyirci, günlük yaşamında
defalarca karşılaştığı sıradan kon bile, özellikle seçilmiş konu akışı, imaj ve ses efektleri altında sinemada bam­başka duygularla yaşıyor ve anlatılmak istenen konuyu belki de yaşamı boyun­ca unutamayacak hale geliyor. Etkilen­diğimiz filmleri sadece unutmamakla kalmaz, çoğu zaman günlük hayatımız­da olayları anlamak, açıklamak ve baş-
BİLİMveTEKNİK 82 Ocak 2006
s-4.jpg
laşılır. Diyalog içerisinde Lec-ter, bir kaç ipucundan ajan Starling'in geçmişi, neden ora­da olduğu ve ne yapabileceği hakkında şaşırtıcı çıkarımlar yapmaya başlar. Lecter, üç beş dakika içerisinde sergilediği göz­lem ve analiz becerisiyle tüm se-yiricileri ele geçirmiş, iyi bir psiki-yatrist kavramı için akıllarımızda kuvvetli bir referans noktası ya­ratmayı başarmıştır bile.
İşte, işini etkileyici bir düzeyde yapmak isteyen bir psikiyatristin, normal insanlar gibi görünse de, gözüne baktığında karşısındakinin geçmişini, o anda aklından geçenle­ri ve geleceğini okuyabilmesi gerek­tiği mesajı bu sahnelerden alınır. Filmde kuvvetli duygular eşliğinde edindiğimiz bu tecrübeye bağlı bek­lentiler, büyük olasılıkla yaşamımız boyunca artık bizimle olacaktır. Psiki­yatri eğitimi alan genç bir uzman ada­yının ya da bir psikiyatristle terapi gö­rüşmelerine devam eden bir kişinin ha­yallerindeki psikiyatrist imajı, bu filmi seyretttikten sonra oldukça değişebilir. Herhangi bir değişiklik kaçınılmaz ola­rak psikoterapideki beklentileri de etki­leyecektir.
Kuzuların Sessizliği filmi kendi çer­çevesinde oldukça başarılı oldu. Örne­ğin, tüm zamanların en iyi 100 filmi arasında değerlendiriliyor. Bununla
zadan sonra Conrad normal yaşama uyum sağlamakta zorlanmaktadır, sık sık ağabeyini kaybettiği olaya ilişkin rüyalar görmektedir. Yaşadığı zorlan­ma karşısında bir terapistten yardım almaya başlar.
Filmin senaryosunda konu edilen olayların birbirleriyle olan bağlantıla­rının ve yansıtılan yoğunluklarının gerçekçi bir temele oturduğu söyle­nebilir. Her iki ebeveynin çocukları­nı kaybetmelerinin ardından yaşa­dıkları yas tepkisi ve duygularıyla başa çıkma biçimi, ağabeyinin gös­terdiği başarıların gölgesinde kalan bir gencin yaşadığı travma sonucu or­taya çıkan duygula­rıyla başa çıkma tarzı ve bunların ar­kasından yaşanan psikoterapi süreci oldukça gerçekçi görünmekte.
Filmde, psikote­rapist Dr. Berger'le çok da alışılmadık bir ortamda karşıla­şırız. Odasına genel bir dağınıklık hakim­dir. Bir çok dergi, masanın üzerinde ge­lişi güzel dururken kül tablasının içinin
birlikte bu başarılı film, bilimsel metod-larla çalışan psikiyatristler hakkında gerçekçi bir tablo çizmez. Evet, "Bu, yalnızca bir sinema filmidir" diyebiliriz. Sinema filmlerinin gerçekçi olmasını beklemeyebilir; hatta belki de popüler olmak isteyen filmlerin gerçekleri çar­pıtmaları gerektiğini bile söyleyebiliriz. Biz söylemesek bile durum çoğu za­man zaten bu şekilde olmakta. Fakat hemen ekleyelim ki sinemaya haksızlık da etmemek gerek. Sinema tarihinde klinik psikolog, psikiyatrist, psikotera­pi, psikiyatri klinikleri ve psikolojik ra­hatsızlıkları oldukça gerçekçi bir tablo içinde resmeden başarılı filmler de bu­lunmakta.
Örneğin Robert Redford'un Sıradan İnsanlar (Ordinary People) filmi 1981 yılında Akademi Ödüllerine 6 dalda aday gösteridi ve bunlardan 4'ünde, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi yardım-
cı aktör ve en iyi senaryo dallarında Os-car'a layık görül­dü. Bu filmin ön­ce konusundan kısaca bahsede­lim sonra da gerçekçi tarafla­rını vurgulaya­lım.
İki çocuklu Jarrot ailesinin büyük oğlu Bucky, kardeşi
Conrad ile bir tekne gezintisi yaparken çıkan bir fırtınada kaza sonucu hayatı­nı kaybeder. Anne, bu önemli kaybın arkasından normal bir yas süreci yaşa­mak yerine duygularını açığa vurmak­tan kaçınmış ve her şey sorunsuz ve normalmiş gibi davranmaya başlamış­tır. Küçük oğul Conrad ise fırtınada ağabeyine yardım edemediğini düşün­düğünden yoğun suçluluk duyguları nedeniyle kaza sonrasında depresyona girmiş ve intihar girişiminde bulunmuş­tur. Babasının zamanında müdahalesiy­le son anda hastaneye kaldırılmış ve hastanede bir süre tedavi görmüştür. Büyük oğullarının kaybından sonra ai­le, yeni bir denge oluşturmak ister. Ba­ba, geride kalan oğluna yakın, payla­şımcı ve yardımcı olmayı tercih eder­ken, anne mesafeli ve duygusal paylaşı­ma kapalı olmayı tercih etmektedir. Ka-
sigara izmaritleriyle dolu olduğunu farke-deriz. Odada bulunan lavabonun kapısı ardına kadar açıktır. Dr. Berger, ilk ta­nışma esnasında çok rahat tavırlar ser­gilemekte, göz teması kurmaya özen göstermeksizin, önündeki notlara ba­karak sorular sormaktadır. Conrad hakkındaki bilgilere yeni göz attığı her halinden belli olmaktadır. Terapi orta­mı ve Dr. Berger'in tavırları, diğer film­lerde gördüğümüz alışıldık görüntüler­den değildir. Terapistin beklenmedik tutumları Conrad'ı şaşırttığı kadar seyi-riciyi de şaşırtır. Bütün bunların yanın­da, terapistin dürüst ve tutarlı yaklaşı­mı Conrad için değişimin başlangıcını oluşturur. İlerleyen görüşmelerde tera­pistin üzerinde durduğu konu, Con-rad'ın duygularını ifade etmeyişi olur. Terapistimiz bu problemle uğraşırken, ilk önce Conrad'a duygularını fark et-
Ocak 2006 83 BİLİMveTEKNİK
tirmeye ve fark ettiği duygulan ifade et­meye izin vermesi için uğraşır. Bu an­lamda zaman zaman kendini ortaya atarak Conrad'ın görüşmede kendisine karşı hissettiği duygular üzerinde du­rur ve Conrad'ın öfkesini kendisi üze­rinden ifade etmesine çabalar. Con­rad'ın duygularını ifade etmeye başla­masından sonra terapi süreci değişim açısından daha da hızlanır. Artık Con-rad tekne kazası, intihar girişimi ve an­nesiyle olan sorunlarını terapistiyle da­ha rahat paylaşır hale gelir. Annesin­den kendisini affetmesi beklentisini ifa­de edebilmesinin yanı sıra kendi kendi­ni affetmesi gerektiğinin de farkına var­maya başlar.
Kolayca farkedilebileceği gibi Kuzu­ların Sessizliği'ndeki Hannibal Lecter ve Sıradan İnsanlar'daki Dr. Berger, birbirlerinden oldukça farklı yapıda ka­rakterler. Bir psikoterapistle görüşmek gereksinimi duyduğunuzda siz hangi karakteri tercih ederdiniz? Terapistini­zin sizinle ilgili bilgiyi dosyanızdan okumasını mı, yoksa ilk karşılaştığınız­da sizi şöyle bir süzüp geçmişinizi siz­den daha iyi yorumlar hale gelebilmesi­ni mi isterdiniz? Yanıtlar kişiden kişiye değişecek elbet; ama Hannibal Lecter tarzını içten içe isteyeceklerin sayısının hiç azımsanamayacak bir düzeyde ola­cağını söyleyebilirim. Üniversite öğren­cileri arasında yaptığımız bir çalışmada
Good Will Hunting, Mr. Jones, Analyze This, What About Bob, The Silence of he Lambs ve Instinct filmlerini seyre­den öğrencilerin gerçek hayatlarında, seyrettikleri filmlerdeki terapistleri se­çip seçmeyeceklerini sorduğumuzda Hannibal Lecter, diğer filmlerdeki tera­pistler arasında en çok tercih edilenler­dendi.
Bu gibi renkli örneklerle sinema filmlerinin zihnimizde gerçeğe çok da dayalı olmayan ancak tercihlerimizi doğrudan etkileyebilecek beklentiler yaratmakla ilgili etkilerini anlayabil­mek mümkün olabiliyor. Ancak, bu noktada sinemaya gene haksızlık etme­yelim; çünkü bir şey çok açık değil: Si­nema filmleri, bizi etkilerken beklenti­lerimizi sıfırdan mı yaratıyorlar? Yoksa zaten bizde var olan zayıf inançları akı­cı bir konu ve yanında çarpıcı imaj ve seslerle işleyerek daha kuvvetli bir ha­le gelmelerini mi sağlıyorlar? Bu soru­lara cevap verebilmek için etki meka­nizmasını analiz etmek gerekiyor. İn­sanlar nasıl etkilenirler? Bu sorunun cevabını analiz etmek bu yazının amacı değil; ama kısaca bahsetmek gerekirse, insanlar daima kuvvetli duygular uyandıran durumlardan etkilenmekte-ler. Sinemaya genellikle olumsuz duy­gularımızdan uzaklaşmak ve olumlu duygularımızı artırmak üzere gittiğimi­ze göre, final kısmında bize olum­lu duygular hissettirebilen filmle­rin beğenilmesi, bizi etkilemesi ve dolayısıyla bu filmlerin popü-
ler hale gelmesi daha olasıdır. Peki, o halde insanlar nasıl beğenirler? Gene kısa bir yanıt vermek gerekirse, insan­lar genellikle kendi beklentilerini doğ­rulayan mesajlara ilgi gösterirler ve be­ğenirler. Kendi beklentilerinin doğru­lanmadığı mesajlardaysa, ilk önce olumsuzluklar hissedilse de süreç için­de ikna edilebilirlerse, sonuç hakkında gene beğendikleri yolunda yorum ya­parlar. Önce basit kuraldan gidelim: Seyircinin aklındaki bir konu tam da seyircilerin beklediği gibi işlenirse, film büyük bir kitle tarafından beğenilir. Bu gibi filmler fazla düşünmeden, yorma­dan duygularda boşalma sağlayan film­lerdir. şimdi daha karmaşık olan kural­dan bahsedelim: Duygusal boşalmanın dışında düşünceyle karışık daha "ince işli" etkiler bekleyen bir kitle için film­de beklenmedik olaylar yaratıp daha sonra filmi tekrar basit ve beklendik bir noktaya getirmek, seyirciye bir zi­hin egzersizi yaptırır. Bu tür filmler de, hareketli bir egzersiz programının son bulduğu anda hissedilen rahatlama gi­bi seyredene bir rahatlık verebilir. An­cak, bu rahatlama birinci türdeki film­lerdeki gibi değil, zihin ve beden yorul­duktan sonra ulaşılmış bir rahatlama­dır. O halde, insanlara sonunda olumlu hisler veren filmlerin, yani popüler si­nemanın başarı noktasında yatanın, se­yircinin bilincinin derinliklerinde birik­
s-5.jpg
tirilmiş olan toplu beklentilerin sinema­da tekrar yaşatılması olduğu söylenebi­lir. Sinemada bir kitle içinde topluca hissedilenler daha son­ra sinema dışında da ortak bir konu, imaj ve seslerle paylaşı­lınca, konu gerçeğe dayanma­sa bile popüler bir gerçek hali­ne gelmeye başlayabilir. Bu yüzden hatalı beklentilerin si­nema tarafından sıfırdan ya­ratıldığını düşünmektense, bizim zaten sahip olduğu­muz beklentilerin sinemada akıllıca işlenerek kuvvetlen-dirildiğini söylemek daha doğru olabilir.
şimdi bu analizlerden kendimiz kurtarıp sinema tarihinden klasikleşmiş eserlerdeki birkaç unutul­maz sahneyi hatırlayarak örneklerimize devam ede-
s-6.jpg
Vertigo'da yüzleşme ve korkuyu yenme, oldukça gerçekçi bir biçim­de ele alınır. Kahramanımız kendi­sine en şiddetli korku veren du­rumla hemen yüzleşmek yerine basamaklarla nihayi yüzleşmeye ulaşır. Filmin başında basamak­larla yüzleşme konusunda güzel diyaloglar bulunmaktadır. Bu ve buna benzer filmlerdeki aynı tarzda ses, görüntü ve hikayeler bize patolojik korkunun nasıl bir şey olduğunu ve nasıl üste­sinden gelinmesi gerektiğini Hollywood diliyle gösteriyor. Korkularımızın genel nedenle­rini oluşturan travmatik dene­yimler ve bu deneyimlerin, kor­kunun yaşandığı alanda insan­
ların nasıl elini kolunu nasıl bağlayıp çaresiz bıraktığı, gerilim film­lerinde yaygın ve gerçekçi bir biçimde kullanılır.
Gene Alfred Hitchcock'un 1960 ya­pımı Psycho filminde küvette duş alan kadın kahraman, küvet perdesine yan­sıyan gölgeden anlayabildiğimiz kada­rıyla anne Bates tarafından bir korku klasiği haline gelmiş ses ve müzik eşli­ğinde bıçaklanarak öldürülür. Ancak, daha sonra anlarız ki anne çoktan öl­müştür ve katil aslında Norman Ba-tes'tir. Norman Bates çoklu kişiliği ne­deniyle kendisinin yetişkin halini, anne­si tarafından devamlı bastırılmaya ma­ruz kalmış bir çocuğu ve annesinin baskıcı, aşırı koruyucu rolünü oyna­maktadır. Psycho ve benzerleri, 1930 yapımı olan Dr. Jekyl ve Mr. Hyde gibi filmler, çift karakterli olmanın getirdiği ölümcül tehlikeler hakkında aklımızda silinmez imgeler ve referenslar bırak­mıştır. Bu imgeler insanı dehşete düşü­ren sahneler eşliğinde cinayet görüntü­leriyle doludur. Bu filmlerden sonra gerçek hayatınızda çift ya da çok ka­rakterli olduğundan şüphe ettiğiniz bi­rine bakışınız değişir miydi?
Ve gelelim Milos Forman'ın 1975 yapımı efsanevi Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) filmine. Jack Nicholson bu filmde, kaldığı hapis­haneden deli rolü yapıp yapmadığının anlaşılması için bir psikiyatri kliniğine değerlendirilmesi için gönderilen bir ki­şiyi oynar. Nicholson, suç geçmişi bir hayli kabarık biri olsa da olsa da bize
lim: Billy Wilder'in 1950 yapımı Sunset Bulvarı filminde, sessiz sinema devrin­de seyircilerin gözünde taht kurmanın zevkini yaşamış, ancak sesli filmlere ge­çiş zamanında piyasayı yeni oyunculara bırakan bir aktristin yaşadığı trajedi ele alınır. Filmde, eski yönetmeni tarafın­dan artık tercih edilmeyen Norma Des­mond kendini yeni yapacağı filmle bir çıkış için hazırlarken, tesadüflerin ge­tirdiği bir gönül macerası da yaşar. Fil­min sonlarına doğru bel bağladığı kişi­den de beklediğini bulamayan Norma, bu kişiyi vurarak öldürür ve eve gelen polis ve gazetecilerin, kamera ve flaşla­rından oluşan kalabalığı içinde kendini sinema setinde zannederek hazırlıkları­nı yaptığı oyunu oynamaya başlar. Bu sahnede oyuncunun kendini sinema se­tinde sanarak merdivenlerden aşağıya inişi, yüzünde beliren, kendini çok be­ğenen ve yaptıklarıyla da amacına ulaş­mış birinin takınabileceği ifadeyle ger­çeklerden tamamen kopuşu, ağır bir psikolojik bozukluk geçiren birinin Hollywood filmlerinde bir klasik hale gelen görüntüsüdür. Gerçeklerden ko­pan insanları, örneğin, sessiz film oyu­nu oynarken tarif etmek gerektiğinde ya da bu insanları karikatürize ettiği­mizde, Hollywood filmlerinde kullanı­lan bu bildik ifadeleri refereans almak çok yaygındır.
Alfred Hitchcock'un 1958 yapımı Vertigo'sunun hemen başında, bir polis müfettişi, binaların çatılarında geçen bir hırsız yakalama macerasında, geçir-
diği bir kaza ve sonrasında yaşadıkları nedeniyle yükseklik korkusu geliştirir. Hitchcock, ustaca kullandığı efektler ve senaryo sayesinde yüksekten kork­manın patolojik düzeyde nasıl yaşana­bileceğini seyircinin anlamasına yar­dımcı olur. Yüksekten hemen herkes korkar ancak yükseklik korkusu nede­niyle yıllarca yaptığımız ve alışık oldu­ğumuz işten ayrılmaya daha ender rast­lanır. Filmdeki kahramanımız işte böy­le bir his sonucu işinden ayrılmak zo­runda kalmıştır. İşten ayrılmayı gerek­tirecek yükseklik korkusuyla herkeste görülebilecek yüksekten korkma ara­sındaki farkı anlatabilmek, Hitc­hcock'un çekim tekniği kullanmadaki başarısını bize kanıtlar.Yüksekçe bir bi­nanın damında, kenarda aşağıya doğru asılı kalarak tutunabilmiş ve her an dü­şecek olan kişi, kameranın gözüyle aşa­ğıya bakar ve gördüğü manzara o anda derinliği artıran görsel efektlerle dolu­dur. Biz de o anda yüksekten bakıldığı hissine kapılır ve kahramanın heyeca­nını paylaşırız. Bu sırada yüksek sesli, ani iniş-çıkışları olan bir müzik ve yar­dım etmek isteyen başka bir polisin aşağıya düşüşü, yaşadığımız sıradan heyecanı diğer görüntü ve seslerin yar­dımıyla korkuya ve dehşete çevirir. Bu artık öyle bir korkudur ki, insan bu anı hatırlatacak benzer durumlarla bile karşılaşmak istemez. Ancak, filmin se­naryosunda olduğu gibi, bizi korkutan şeylerle yüzleşmeden de bu korkunun üstesinden gelmek mümkün değildir.
Ocak 2006 85 BİLİMveTEKNİK
s-7.jpg
s-8.jpg
neşeli, becerikli, sempatik ve en önemlisi hastanedeki has­talara yapılan eziyetle karşı karşıya gelince boyun eğme­yen bir insan olarak gösterilir. Seyirci, diğer hastaların hasta­ne ortamında gösterdiği zayıf­lıkları seyrederken üzülür ve acır; ama Nicholson acınacak haldeki hastalara yardım eder, onlara enerji ve umut aşılamaya çalışır. Diğer taraftan hastalara eziyet ederek egosunu kalkındı­ran soğuk bir baş hemşire, ilgisiz ve yanlı düşünen doktorlar, elek­troflok tedavisinin ve lobotominin korkutan tablosu ve zavallı psiki­
yatri koğuşu hastaları bir araya ge­tirildiğinde, seyircinin psikiyatri kli­niklerinden ve orada çalışanlardan nefret etmemesi için hiç bir engel kal­maz. Bu filmin sergilediği, gerçeklere çok da uymayan tablo ve filmin bir an­da popülerleşmesinin verdiği rahatsız­lık, Amerikan Psikiyatristler Birliği'ni filmde konu edilen hastanedeki gerçek işleyiş hakkında çekilen görüntülerden bir belgesel hazırlamaya itti. Bu belge­sel, toplumda psikiyatri hakkında olu­şan olumsuz tutumları silmek üzere te­levizyon kanallarında gösterildi. Ancak hem Guguk Kuflu'nu hem de belgeseli seyredenler arasında yapılan bir araş­tırma, Guguk Kuşu filmiyle bir kere oluşturulan olumsuz tutumların belge­seli seyrettikten sonra değiştirilemedi-ğini gösterdi. Bu bilimsel sonuç, sine­ma filmlerinin toplum üzerinde bilim­sel çabalardan daha etkili olabildiğinin oldukça düşündürücü ve objektif bir göstergesi.
Bu örneklerden sonra, ilk bakışta si­nema filmlerinin seyirci üzerindeki ve hatta tüm toplum hayatına olan etkile­rinin küçümsenmeyecek bir düzeyde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu ifade­nin içinde sinema ve toplum arasında, sinemadan topluma doğru uzanan bir bağ olduğu varsayımı bulunuyor. An­cak, bu bağın ters yönde bir akışa da izin vereceğini unutmayalım. Sinema ve toplum arasındaki bağın sinemanın toplum üzerindeki etkisi yönünde değil de, toplumun sinema üzerindeki etkisi yönünde işlemesi de olası. Örneğin, Gu­guk Kuşu filminin toplumun, psikiyatri kliniklerine ve orada çalışan uzmanlara
olan tutum ve
inançlarını olumsuz bir yönde değiştir­diğini söyleyebiliriz. Bu anlatımda ara­daki bağın sinemadan topluma doğu uzandığını belirtmiş oluruz. Ancak, 1960 ve 70'li yıllarda ABD'nin yaşadığı bir geçiş dönemi bulunmakta. Bu dö­nemde genelde tüm kurumların kısıtla-yıcılığına karşı, toplum ortak reaksi­yonlar göstermekteydi. Kurumlara olan güvenin tekrar tazelenmesi için devlet reform çalışmaları içine girmiflti. İşte bu dönemde işin ucunun Guguk Kuşu filmiyle psikiyatriye de dokundu-rulması, alelade gelişen bir olay değil. Guguk Kuşu filminin toplumun ortak bilinçaltını hissedebilen yapımcı ve yö­netmenin çalışmalarıyla ortaya çıktığı düşünülebilir. Dolayısıyla filmin top­lum üzerinde görülen etkisinin aslında toplumda zaten var olan eğilimi, bilinç seviyesine çıkarmada gösterdiği başa­rıyla açıklayabiliriz. İşte bu ifadede, aradaki bağın toplumdan sinemaya doğru uzandığı belirtilmekte.
Şu bir gerçek ki, psikoterapi ve psi­kopatoloji konularında bilim dünyasıy­la toplum arasında kopukluklar olabili­yor. Bilginin topluma akışının sağlana­madığı durumlarda meydana gelen boş­lukta, doğal olarak her kesimden insan boşluğu doldurabilecek çabalarla orta­ya çıkabilir. Sinemanın, akılda kalabile­cek imgeleri ve hikayeleri sayesinde boşluğu dolduran araçların başında geldiğini söyleyebiliriz. Boşluğu dol­durmaya çalışanların bilimsel temelli olmayan çabalarını incelemek ve bu ça­baların uzun dönemde tarafları nerele-
re doğru taşıdığını anlayabil­mek ve incelemek, başlı başına güzel bir konu olmakta. Sinemanın, bu güne kadar psikolojik bozuklukları konu alan yüzlerce ürün verdiğini biliyoruz. Bu gidişle psikolojik bozukluklar, sine­manın önemli konularından biri olma­ya devam da edecek. Sinema filmlerin­de yapılan hataların ve doğruların iş­lenmesi, klinik psikoloji ve psikiyatri gi­bi disiplinler için bulunmaz bir eğitim fırsatı olarak değerlendirilebilir. Popü­ler sinemada konu edilen ve gerçeğe çok uymayan durumlar, yukarıda deği­nildiği gibi aslında toplumun bilincinde derinlerde oluşmuş beklentilerden iba­ret olabilir. Popülerliğin perde arkasını görebilen bir uzman için bu gerçek dı-şılık aslında toplum hakkında dolaylı bir bilgi kaynağı olarak kullanılabilir. Diğer taraftan sinema filmlerindeki ger­çeklere uygun anlatımlar psikolojik bo­zukluklar hakkında yazılan vaka ör­neklerinin en canlılarından sayılabilir. Sinemanın hayatımıza kattığı renk­lerin varlığı tartışılamaz. Gerçeğe yakın ya da tamamen hatalı da konu edilmiş olsalar bile, sinema filmlerinin bize öğ­rettiği çok şey bulunmakta. İnsan hata­lardan da yola çıkarak kendini hızla ge-liştirebilen bir esnekliğe sahip. Bundan dolayı, sinemadan ille de doğruların an­latılmasını istemek yerine neyin nasıl anlatıldığını inceleyerek kavramak, se­yirci için oldukça zengin bir eğitim kay­nağı olacaktır.
Doç. Dr. Faruk Gençöz ODTÜ Psikoloji Bölümü
BİLİMveTEKNİK 86 Ocak 2006