|
|||||||
|
BESLENME VE
|
||||||
|
|||||||
|
|||||||
|
|||||||
Araştırmacılar, beslenme biçimindeki değişimlerin, insanın evriminde önemli bir rol oynadığını düşünüyorlar. Başka özelliklerimizin yanı sıra, bizi primat akrabalarımızdan farklı kılan en önemli özelliklerimizden biri, beslenme biçimimiz. Biz insanlar, tuhaf primatlarız. İki ayağımız üzerinde yürüyor, çok büyük birer beyin taşıyoruz ve yeryüzünün dört bir yanına yayılmışız. İnsan soyunun öteki primatlardan nasıl bu şekilde farklılaştığı konusunda geçmişte çok çeşitli varsayımlar öne sürülmüş. Bugün, bu farklılaşmanın beslenme biçimimizin evrimiyle doğrudan ilintili olduğu düşünülüyor. Dahası, insanların tek
|
fazla enerji gerekir. Yine de, canlının amacı her zaman aynıdır; türünün uzun dönemli başarısını güvenceye almak için yeterli kaynak sağlamak. İşte, canlıların besinlerden aldığı enerjiyi nasıl elde ettiklerine ve nasıl harcadıklarına bakarak, doğal seçilimin nasıl bir evrimsel değişim yarattığım anlayabiliriz.
Birinci Dönüm Noktası: İki Ayak Üzerinde Yürümek
Araştırmacılar, insanların iki ayakları üzerinde yürümeye başlamasında birçok farklı et-
|
menin rol oynamış olabileceğini düşünüyorlar. Bu etmenlerden biri de, iki ayak üzerinde yürü-menin, dört ayak üzerinde yürümekten daha az enerji gerektirmesi. Günümüzden 5 - 1,8 mil-yon yıl önce yaşayan hominidler için, iklim de-ğişikliği de bu morfolojik "devrim"i teşvik et-mişti. Afrika kıtası kuraklaştıkça, ormanlar ça-yırlık arazilere dönüştü ve yiyecek kaynaklan birbirinden ayrı bölgelerde dağınık kaldı. Bu açıdan bakıldığında iki ayak üzerinde yürümek, insanların beslenme evrimindeki ilk büyük stra-tejilerden biri olarak görülebilir. Bu sayede, yi-yecek toplarken harcanan enerji önemli ölçüde azalmıştı.
|
|||||
bir beslenme biçimiyle geçinmek üzere evrimieşmediklerini; tam tersine, çok çeşitli besin maddelerini tüketebilen "esnek" bir yapı geliştirdiklerini biliyoruz.
|
|
||||||
"Hominid" sözü, tüm "Australopithecus" ve "Homo" türlerini kaplayan Hominidae ailesinin bireyleri için kullanılıyor. Günümüzden 5-8 milyon yıl önce yaşamış Australopithecus'lar, modern maymunların ortak atasıyla insanlar arasında kalan bir geçiş türü olarak biliniyor. İnsanlarınsa günümüzden 2 milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıkan Homo habilis'lerle başladığı sanılıyor.
|
İkinci Dönüm Noktası: Büyük Bir Beyin
İnsan evrimindeki ikinci dönüm noktasıysa, beyninin büyümeye baş-laması. Beslenme açısından bakıldı-ğında beynin en ilginç özelliği, öte-ki dokulara göre tükettiği enerji miktarı. Bir birim beyin dokusu, ay-nı miktardaki kas dokusuna göre yaklaşık 16 kat daha fazla enerji tüketiyor. Öteki primatlarla karşı-laştırıldığında insan, bedenlerine oranla çok daha büyük bir beyne sahip. Ancak, insan bedeninin din-lenme sırasındaki toplam enerji ge-reksinimi, kendisiyle aynı büyüklük-
|
||||||
Yiyecek arama, yiyecek tüketimi ve besinlerin biyolojik süreçlerdeki kullanımı, bir canlının bedeniyle çevresi arasındaki ilişkinin önemli yönleridir. Alınan enerjiyle harcanan enerji arasındaki orantının, yaşamını sürdürme ve çoğalma bakı-mından önemli uyumsal sonuçları vardır. Çevre koşulları, canlının enerjisinin ne kadarını yaşamını sürdürmeye, ne kadarını çoğalmaya harcayacağını etkiler. Güç koşullarda yaşamda kalabilmek için daha
|
|||||||
|
|||||||
|
|||||||
|
|||||||
|
|||||||
|
||||
İNSAN EVRİMİ
|
||||
|
||||
te öteki memelilerin enerji gereksiniminden faz-la değil. Öte yandan biz insanlar, günlük enerji gereksinimimizin % 20 - 25'ini beynimiz için harcıyoruz. (Öteki primat türlerinde bu oran % 8-18; başka memelilerdeyse % 3-5)
Peki, bu kadar çok enerji harcayan bir be-yin nasıl evrimleşti? Araştırmacılara göre, iki ayak üzerinde yürümede olduğu gibi, bunda da çok sayıda etmen iş başındaydı. Ancak, homi-nidlerin beyinlerinin büyümeye başlaması, kalo-ri ve besin maddeleri bakımından zengin bir beslenme biçimini benimsemeden önce gerçek-leşmiş olamaz. Hayvan türleri arasındaki karşı-laştırmalar da bu görüşü destekliyor. Örneğin, primatlar arasında, daha büyük beyne sahip türlerin daha zengin besinler tükettikleri göz-lenmiş. Biz insanlar da, hem bedenlerimize oranla en büyük beyne sahibiz, hem de en zen-gin biçimde besleniyoruz. Araştırmacılar, günü-müzde yaşayan avcı-toplayıcıların, enerjilerinin % 40-60'ını hayvansal besinlerden aldıklarını hesaplamışlar. Öte yandan, örneğin şempanze-lerde bu oran % 5-7.
İlk insanların, beyinleri büyümeye başla-dığında enerji bakımından daha zengin yiyecek-lerin peşine düştükleri söylenebilir. Bu dönem-lerden kalma fosillerden, besinlerin niteliğinde-ki artışın, beynin büyümeye başlamasıyla eşza-manlı olduğu görülüyor. Daha büyük beyinler, daha karmaşık toplumsal davranışların ortaya' çıkmasını; karmaşık toplumsal davranışlarsa, yi-yecek bulma yöntemlerinin gelişmesini ve daha iyi beslenmelerini sağladı. Daha iyi beslendikçe de beyinleri büyüdü...
|
|
len ve daha çok bitkisel besin tüketen akrabala-rından daha fazla alana gereksinim duyuyordu. Araştırmacılar, günümüzde yaşayan öteki primat türleri ve avcı-toplayıcı insan toplulukları arasın-daki karşılaştırmalardan yararlanarak, H, erec-tus'un yaşamını sürdürmek İçin gereksinim duy-duğu alanın, kendisinden öncekilere göre 8-10 kat artmış olduğunu tahmin ediyorlar. Bu durum H. erectus'un Afrika'dan başka yerlere de yayıl-masını açıklayabilir. Ancak, insanlar daha kuzey enlemlerdeki yerlere vardıklarında, yeni güçlük-lerle karşılaştılar.
Evrimsel Başarımızın Kurbanları mıyız?
Beslenmenin niteliğinin artmasını sağlayan et-menler, ilk insanların evrimini etkilediği gibi, da-ha yakın bir zamanda insan nüfusunun çoğalma-sında da önemli rol oynadı. Yemek pişirme ve ta-rım gibi yenilikler, ve hatta modern besin tekno-lojisinin çeşitli yönleri de beslenmenin niteliğini artırmada kullanılan yöntemler olarak görülebilir. Örneğin pişirme, yabani bitkilerin besin değerinin artmasını sağladı. Tarımın bulunuşuyla, insanlar yabani bitkilerin verimini artırdılar. Çeşitli besin teknolojileriyle, atalarımızın başlattığı bu modayı bugün de sürdürüyoruz: yiyeceklerden, olabildi-ğince az çaba harcayarak, olabildiğince çok besin maddesi ve enerji alabilmek.
Bu stratejinin genel olarak işe yaradığı söyle-nebilir. İnsanlar bugün hâlâ buradalar ve sayıları rekor sayılacak kadar çok. Enerji ve besin madde-si bakımından zengin besinlerin insan evriminde-ki öneminin belki de en iyi kanıtı, tüm dünyada
yunuyorlar. Bununla birlikte, daha fazla kalori almanın, Homo erectus``un daha sık avlanmaya (daha çok enerji gerektiren bir etkinlik olarak) başlamasını sağladığını da düşünüyorlar. Enerji açısından bakıldığında, bu varsayım yeterince mantıklı görünüyor. Ancak varsayımın kabulünü zorlaştıran, VVrangham ve arkadaşlarının temel aldıkları arkeolojik kanıtlar. Araştırmacılar, bun-dan yaklaşık 1,6 milyon yıl önceye tarihlenen Koobi Fora ve 1,4 milyon yıl öncesine tarihlenen Chesowanja gibi Doğu Afrika'daki eski yerleşim alanlarını, Homo eritrus'un ateşi kullandıklarına kanıt olarak gösteriyorlar. Her ne kadar bu böl-gelerde ateşin kanıtları olsa da, hominidlerin do-ğal olarak var olan ateşi mi kullandıkları, yoksa onu kendilerinin mi yarattığı bir tartışma konu-su. Ateşin kullanımım, kuşkuya yer bırakmaya-cak biçimde ortaya koyan bulgular (Avrupa'daki sitelerde bulunan taştan ocaklar ve yanmış hay-van kemikleri) yalnızca 200.000 yaşında. Pişir-menin, insanın beslenmesinin niteliğini önemli ölçüde artıran bir yenilik olduğu açık. Ancak ilk ne zaman pişirmeye başladığımız hâlâ pek açık görünmüyor.
Kaynak: www.sciam.com/
article.cfm?artictelD=OQQSF174-694D-10C..
Çeviri: Zuhal Özer
|
||
Üçüncü Dönüm Noktası: Afrika'dan Çıkış
Günümüzden 1,8 milyon önce Afrika'da Ho-mo erectus'un ortaya çıkışı, insan evriminde bir başka dönüm noktası, yani insan topluluklarının Afrika'dan başka yerlere göçüyle de ilişkiliydi. Birçoklarına göre, bu göçlerin ardında yine yiye-cek bulma gereksinimi yatıyordu. Bir hayvanın neyle beslendiği, yaşamını sürdürmek için ne ka-dar alana gereksinim duyduğunu da belirler. Etçil hayvanlar, genellikle kendileriyle aynı büyüklükte otçul hayvanlara göre çok daha büyük bir alana gereksinim duyarlar. Çünkü, birim alan başına el-de edebilecekleri toplam kalori miktarı daha dü-şüktür. Hayvansal besinlere gittikçe daha bağımlı duruma gelen H. erectus da, kendinden Önce ge-
|
||||
|
||||
İlk Ne Zaman
|
||||
Pişirdik?
|
||||
Beslenmede kalori ve besin yoğunluğunu ar-tırmanın yollarından biri daha fazla hayvansal besin tüketmek. Bu, insanın evriminde önemli bîr dönüm noktası olarak görülüyor. Peki, atala-rımız, beslenme biçimlerinin niteliğini başka bir yoldan artırmış olabilirler mi? Harvard Üniversi-tesi'nden Richard Wrangham ve arkadaşları, in-san evriminde pişirmenin önemini incelemişler, Pişirmenin, yalnızca bitkisel besinlerin yumuşa-malarını ve çiğnenmelerini kolaylaştırmakla kal-mayıp, Özellikte patates ve manyok (yumruların-dan besin olarak yararlanılan sütleğengiller aile-sinden bir bitki) gibi nişastalı yumruluların, enerji içeriğini artırdığım da göstermişler. Nişas-ta ham haldeyken, insan vücudundaki enzimler tarafından kolaylıkla parçalanamaz. Ancak pişi-rildiklerinde, bu karmaşık karbonhidratlar daha kolay sindirilir, dolayısıyla daha fazla kalori sağ-lar hale gelirler. Araştırmacılar, Homo erec-fus'un bundan yaklaşık 1,8 milyon yıl önce besi-nini ateşe "tutan" olası ilk hominid olduğunu ile-ri sürüyorlar. Ayrıca bitkisel besinlerin (özellikle
|
||||
Harvard Üniversitesi'nden Richard Wrangham ve
arkadaşları, bitkisel besinlerin, özellikle de yumru-
luların pişirilmesinin insan beyninin büyümesinde
önemli rol oynadığını İleri sürüyorlar.
yumruluların) pişirilmeye başlanmasının, bu tü-rün daha Önceki atalarından daha küçük dişli ve daha büyük beyinli olmalarını sağladığını da sa-
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
|||||
|
manlık ve modern dünyanın Öteki yaygın hastalıkları, bir bakıma, milyonlarca yıl önce başlamış bir gidişatın devamı. Bir bakıma, kendi evrimsel başarımızın kurbanları olduğumuz söylenebilir: Bir yandan bedensel etkinliklere harcadığımız enerjiyi en aza indirirken, bir yandan da enerji bakımından zengin bir beslenme biçimi geliştirdiğimiz için...
Gerçekte, sağlık sorunlarımızın sorumlusu yalnızca beslenme biçim i m izdeki değişimler değil, değişen beslenme biçimiyle değişen yaşam biçimleri arasındaki etkileşim. Bizim türümüz, tek ve "en uygun" sayılabilecek bir beslenme biçimine bağlı kalacak biçimde tasarlanmamış. Biz insanların en olağanüstü' özelliklerinden biri, yediğimiz şeylerin çeşitliliği. Yeryüzündeki hemen tüm eko-sistemlerde yaşayabilir; yüksek dağlardan kutuplara kadar, her bölgede kendimize yiyecek bulup beslenebiliriz. Dahası, insan evriminin "kalite belgesi", gereksinimlerimizi karşılayacak beslenme biçimleri yaratmada kullandığımız stratejilerin çeşitliliği. Bugün, modern insan toplumlarının yenmesi gereken en büyük güçlük, besinlerden alınan enerjiyle, harcanan enerji arasındaki dengenin sağlanması.
Leonard, William R., "Food lor thoughl". Scientific American, 13 Kasım 2002
Çeviri: Aslı Zülâl
|
||||
toplumların karşı karşıya olduğu sağlık sorunlarının büyük bölümünün, atalarımızın kurduğu "enerji dengesi"nden sapılmasından kaynaklandığı bulgusu. Örneğin, dünyanın yoksul bölgelerinde yaşayan çocuklarda düşük nitelikli beslenme, büyümeyi olumsuz etkiliyor ve çocuk ölümlerinin
|
oranının artmasına neden oluyor. Endüstrİleşmiş ülkelerdeyse bunun tam karşıtı bir sorunla karşı karşıyayız. Enerji bakımından zengin (özellikle hayvansal yağ ve şeker yüklü) besinlerin ucuzluğu ve bol bulunması nedeniyle, hem çocuklarda hem de yetişkinlerde aşırı şişmanlık oranı artıyor. Şiş-
|
||||
|
|||||
Afrika'daki İlk Hominidler Et Yiyor muydu?
|
|||||
|
|||||
Besin, modern insanın tüketim tutkularından biri. Ancak belki de bu yorum, kalori sağlamak İçin daha çok uğraşmaları gereken en eski atala-. rımız için daha fazla geçerliydi. ilk hominidlerin damak zevkine tam olarak hangi tatların çekici geldiği konusu uzunca bir süredir tartışılıyor. Antropologların, eski beslenme biçimlerini dişlerin aşınma durumu, çene ve diş biçimi gibi dolaylı kanıtlara bakarak anlamalarının gerekmesi de bu tartışmayı hareketlendiriyor. Araştırmacılar, 3 milyon yıl önce Afrika otlaklarındaki ilk hominidlerin yediği besin çeşitlerini belirlemede, dişlerin kimyasal bileşimine dayanan yeni ve akıllıca tasarlanmış bir yöntem kullanıyorlar.
Güney Afrika'daki Cape Town Üniversite-si'nden paleoantropolog Julia Lee-Thorp ve New Jersey'deki Rutgers Üniversitesi'nden öğrenci Matt Sponheimer, Australopithecus africanus diş minesindeki karbon izotoplarını incelemişler. A. africanus, ayakta yürüyebilen, küçük beyinli ve olasılıkla ağaçlarda yaşayan bir hominîddi. Araştırmacılar, bu türün ormanda yetişen meyveler ve yapraklarla geçindiğini düşünüyordu. Ancak izo-topiardan elde edilen veriler (doğrudan inceleme yoluyla elde edilen), bu türün, bitkiler ya da otlarla beslenen hayvanlar da dahil olmak üzere, çok çeşitli besinler yediklerini ortaya koyuyor.
İnsanın kökenine ilişkin pek çok kuram, kendi cinsimizin (Homo) beyin gücündeki ani artışı, et bakımından zengin bir beslenme düzenine ge-çişie açıklıyor. Yeni veriler, et yemenin, yalnızca Homo'ya özgü olmayıp daha ilkel türlerin de başvurduğu bir taktik olma olasılığını gündeme getiriyor.
İzotopların incelenmesi, eskiden yaşamış hayvanların beslenme biçimleri ve yaşam alanla-
|
rına ilişkin bilgi sağlıyor; çünkü farklı bitki çeşitleri karbonu birbirinden az da olsa farklı şekilde kullanıyor. Bitkiler karbon dioksiti şekerlere dönüştürürler. Karbon-dört (C4) bitkileri adı verilen (tropikal otlar ve eğir otları gibi) bitkiler, karbon-üç (C3) bitkileri adı verilen ağaçlar, çalılar ve fundalara göre, karbon-13'ü daha kolay kullanırlar ve dokularında bundan daha çok bulundururlar. Otçullar, bu bitkilerdeki izotopları yapılarına daha çok alırlar; buna bağlı olarak etçiller de yedikleri otçullardan bunu alırlar. Sponheimer ve Lee-Thorp, A. africa-nus'un ne yediğini saptamak için, Johannes-burg'un 325 km kuzeyinde kemiklerle dolu bir mağarada bulunan dört hominid örneğinin izotop oranlarını, yine aynı yerde bulunan 19 başka canlınınkiyle karşılaştırmışlar. Elde ettikleri veriler üç grupta toplanmış. Üç parmaklı bir at ve Afrika yabandomuzunun da dahil olduğu bir grup hayvanda, karbon-13'ün karbon-12'ye oranı daha yüksek çıkmış. Bu bulgular, bu hayvanların otlaklarda beslendiklerini gösteriyor. Gergedan ve impalayı da içeren bir başka hayvan grubunda bu oranlar daha düşükmüş. Olasılıkla bunlar, yiyeceklerinin çoğunu ormandan elde ediyorlardı. Bu iki grubun ortasına da leş yiyici sırtlanlar ve hominidler düşüyor. Böylece A. africanus, besinlerinin en azından bir kısmını otları, otların tohumlarını ya da ot yiyen hayvanların etlerini yiyerek karşılıyor olmalıydı. Sponheimer, bu türün evlerinin ağaçlar, beslenme alanlarınınsa açık alanlar olabileceğini belirtiyor. Bu tür, bilinen ilk et yiyen insandan yarım milyon yıl önce yaşamış olsa da, et yiyor olabilirdi. A. africanus'un dişlerinin aşınma biçimleri, ot yiyenlerinkine benzemiyordu. California
|
Üniversitesi'nden izotop jeologu Paul Koch, izotoplardan elde edilen verilerin, bu türün ot yiyen bazı hayvanlarla beslendiğini gösterdiğini söylüyor. Koch, bu türün sırtlanlar gibi beslenmediklerini, ancak küçük hayvanları avlayarak ya da yeni ölmüş hayvanları yiyerek besleniyor olabileceklerini de düşünüyor.
Wisconsin Üniversitesi'nden paleoantropolog Margaret Schoeninger'a gelince o, izotop verilerini kabul etse de A. africanus,'un et yediğinden kuşku duyuyor. Et yedikleri düşünülen ilk hominidlerin (Doğu Afrika'da bulunan 1,8 milyon yıllık örneklerin) daha küçük dişleri ve çiğneme kasları var. Schoeninger'a göre, A. africanus'un büyük dişleri ve güçlü çenesi, onun temel olarak dişleriyle kırarak fındıksı meyveler yediğini gösteriyor. Karbon-13'ün fazlasınınsa, bitkilerin tohumlarından ya da bitkileri yiyen böceklerden geldiğini düşünüyor. Oksijen, stronsiyum ve kalsiyum gibi başka elementlerin izotop oranlarınınsa, etçilleri otçullardan ayırdetmeye yarayacağını belirtiyor.
A. africanus ne yerse yesin, araştırmalar bu türün, her ne kadar tırmanmaya uyum göstermiş olsa da zamanının çoğunu sık ormanlardansa açık alanlarda geçirdiğini gösteriyor. Hominidler, geniş bir besin grubunu deneme eğilimindeydi. Çünkü izotop değerleri, diğer hayvanlara göre daha geniş bir dağılım gösteriyordu. Columbus Üniversitesi'nden Jeffrey McKee, bu hominidlerin doğrudan atalarımız olmayabileceğini, ancak bizim soyumuzun anahtar özelliklerinden birine sahip olduklarını, yani "özelleşmiş değil, uyum sağlamış hayvanlar" olduklarını belirtiyor.
www.sciencemag.org/C9i/tonten/full/2S3/5400/303
Çeviri: Zuhal Özer
|
|||
|
|||||
BİLİM veTEKNİK
|
I Kasım 2004
|
||||
|
|||||
|
||||
PALEOBESLENME
|
||||
|
||||
Paleobeslenme, tarih öncesi dönemlerde atalarımızın yedikleriyle beslenme düşüncesine dayanıyor. Buna göre, 10 bin yıldan daha fazla zaman öncesinden beri, yediklerimizi inceleyerek bugün çok daha sağlıklı beslenmemizi sağlayacak bir beslenme programına erişebileceğiz. Ne var ki, atalarımızın beslenme alışkanlıkları bizimkinden biraz farklı.
Yediğimiz şeker ve nişastayı mısır, pirinç, arpa, yulaf, buğday gibi tahıllardan elde ediyoruz. Atalarımız, bizim bu karbonhidratça zengin möenü'müze yabancıydı. Çünkü, tahıllar 10.000 -3.000 yıl önce dünyanın çeşitli yerlerinde yabani otlardan evci Kestirilerek elde edildi. Bilebildiğimiz kadarıyla, bu tarihten önce tarım yapılmıyordu; atalarımız o dönemde avcı-toplayıcıydılar. Bu nedenle daha çok, et ve yabani meyve ve sebzeyle besleniyorlar, tahıl yeriliyorlardı. Az miktarda karbonhidratıysa, kuru yemiş, meyve ve sebzeden alıyorlardı. Genetik zaman çizelgesine göre bu süre, vücudumuzun tahılla beslenmeye uyum göstermesi için yeterli değil. Bu nedenle paleobeslenme-de, karbonhidrat alımı çok aza indiriliyor. Karbonhidrat alımı, paleobeslenmenin % 25-30'unu oluşturuyor.
Avcı-toplayıcı toplumlarda çiftlik hayvanları yoktu; atalarımız et yemek için avlanmak zorundaydılar. Doğada serbest yaşayan hayvanlar, yapılarında besi çiftliklerinde yetiştirilen hayvanla-rınkinden farklı bir yağ türü içeriyorlar. Bu hayvanlarda omega 3 türü yağ asidi daha yüksek oranda bulunurken, omega 6 türü yağ asidi daha azdır. Oysa, özellikle Amerikan tarzı beslenmede, omega 6 türü yağ asidi, omega 3 türüne göre 10 kat fazla tüketiliyor. Paleobeslenmenin en önemli adımlarından biri de, omega 6 oranını omega 3'e göre azaltmak. Birçok uzman bunun, yağ alımında daha sağlıklı bir denge oluşturduğu görüşünde. Ortalama bir Amerikalı, enerjisinin % 40'ını yağdan elde ediyor. Bu oran paleobeslen-mede de hemen hemen aynı, ancak yağın türü farklı. Paleobeslenmede omega 3 türü doymamış
|
|
rastlanmıyordu.
Tip II Şeker hastalığı ve obezitenin en önemli nedeninin, insülin direnci olduğu düşünülüyor. Bunun anlamı vücudun, kan şekerini düşüren hormon olan insülini salgılamaya devam etmesi, ancak, insülinin etkili olmaması. Kan şekerini düşü-remedikçe, vücut daha fazla insülin salgılıyor. İnsülin direnci arttıkça, diyabet hastalığı riskinin de arttığı söyleniyor. Ayrıca insülin oranı fazla olduğunda, vücut yağ stoklarını da tüketemiyor. Çünkü, yüksek insülin düzeyi, yağ yakmayı engelliyor. Bu durum da, obezite dediğimiz aşırı şişmanlığa yol açabiliyor. Paleobeslenme yanlılarınca, insülin direncinin nedeni, fazla miktarda karbonhidrat alımı. Karbonhidratların temel yapısının şeker olduğunu söyleyebiliriz. Yüksek miktarda karbonhidrat alımlarında, kan şekeri çok hızlı artabilir ve çok fazla miktarda insülin salgılanmasına yol açabilir. Karbonhidrat alımını azaltmak, bu durumun yaşanmasına engel olabilir. İşlenmiş şeker ve tahıldan alınan yüksek oranda karbonhidratla ilgili bir başka bulgu da, kimi diş hastalıklarına yol açabildiği. Bu da, paloebeslenmede karbonhidrat alımını azaltmanın bir başka nedeni.
Her ne kadar bu beslenme türü, birtakım bilimsel verilere dayanıyor ve bu konuda destekleyici çalışmalar yapılıyorsa da, bazı olumsuzluklar da içermiyor değil. Örneğin, et ağırlıklı bir beslenme için, tahılla aynı miktarda et elde etmenin maliyeti, mevcut kaynakların neredeyse 10 katının bu işe harcanması anlamına geliyor. Dünya nüfusunun sürekli arttığı ve doğal kaynakların da sınırlı olduğu göz önüne alınırsa, bunun pek de sürdürülebilir nitelikte bir yaklaşım olmadığı görülebilir. Bir başka noktaysa, obezitenin hatta bir ölçüde diyabet ve kalp-damar hastalıklarının da, aslında düzenli egzersiz yapmak ve kilo vermekle Önüne geçilebileceği gerçeği. Bunun için "sağlıklı yaşamın gerektirdiği temel kurallara uymak yeterli olabilir; paleobeslenme programı uygulamaya gerek kalmayabilir.
Son yıllarda yapılan bir çalışma, yüksek protein diyetlerinin kalp hastalıkları riskini artırabildiğini ortaya koydu. Dr. John McDoughalI yüksek protein diyetleriyle ilgili çalışmada, karbonhidratların insan sağlığı için zararlı olduğu iddialarına yanıt olarak, Japon yaşam tarzı ve beslenme alışkanlıklarına göz atmak gerektiğini söylüyor. Pirine ağırlıklı beslenen Japonlar, ince yapılı, enerjik, sağlıklı ve uzun ömürlüyken, ABD'ye göç edip yüksek yağ ve protein ağırlıklı beslenmeye başlayan Japonların yukarıda belirtilen hastalıklara daha fazla yakalandıkları gözlenmiş.
Bir başka görüşe göreyse, doğal yöntemlerle yetişen hayvan eti yemenin de önemli bir sakıncası var. Hayvanlarda bulunan birçok toksinin bize geçebileceği söyleniyor. Paleobeslenmeye yapılan en önemli karşı çıkışsa, bu yüksek protein içerikli beslenme tarzının, karaciğer rahatsızlığı, böbrek yetmezliği ya da fenil ketonurya gibi metabolizmayla ilgili hastalıklara yol açma olasılığı.
http://altmed.creighton.edu/Paleodiet
Çeviri: Elif Yılmaz
|
||
yağ tercih edilirken, omega 6'ya oranının 1:1 ya da l:3'e olması gerektiği söyleniyor. Oysa şimdiki beslenme alışkanlığımıza göre bu oran 1:10.
Paleobeslenmede, doymamış yağ alımını artırmaya önem veriliyor. Doymuş yağların, kalp-da-mar sistemi için daha zararlı olduğu söyleniyor. Kalp-damar hastalıklarından sorumlu olduğu bilenen bir başka şeyse, fazla miktarda sodyum alımı. Paleobeslenmede, sodyum alımı da önemli ölçüde azaltılıyor.
Daha mı Sağlıklı?
Antropologların yaptığı araştırmalar, atalarımızın bizden daha fazla et yediğini gösteriyor. Et hem protein, hem de yağ bakımından zengin bir kaynak. Protein alımını artırmak, paleobeslenme için önemli. Aslında vücudumuzun proteini kullanım biçimi nedeniyle, proteini hangi kaynaktan aldığımızın bir önemi yok. Ancak, yağlar genellikle proteinle birlikte bulunduğundan doğal yöntemlerle yetiştirilen hayvanların eti, diğer kaynaklara tercih ediliyor. Ayrıca atalarımızın menfilerinde, bebekken içilen anne sütü dışında, süt ve süt ürünleri de yoktu. Bu nedenle, sütteki laktozu parçalayan enzim eksikliğinden ve süt proteininden kaynaklanan alerji ya da diğer rahatsızlara
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
Taş devrinde yaşayan atalarımız, yiyeceklerini vahşi arazide aramak yerine kendileri yetiştirmeye başladıklarında ne kadar önemli bir adım attıklarını bilmiyorlardı. Modern yaşamın birçok öğesi bu hayati değerdeki karardan kaynaklanıyor. Çiftçilik, insanların geniş ve sürekliliği olan yerleşimlerine olanak verdi. Düzenli bir artı değer, insanların yemek bulmaktan arta kalan zamanlarında farklı hedeflere yönelmelerini sağladı. En sonunda tarım, bizim bugünkü' karmaşık ve sosyal tabakalara ayrılmış toplumsal yaşamımıza neden oldu. Bu gibi örneklerin çoğalabîle-ceğini gören arkeologlar, tarımın insanın gelişmesinde önemli değişimlere neden olduğunu belirtiyorlar. Atalarımız bahar geldiğinde biraz tohum ekerek birkaç ay sonra bereketli bir hasat elde ettiklerinde, bunu gören birçok kişi, benzer bir çabaya girişmiş ve bu fikir oldukça çabuk yayılmıştı. Fakat modern avcı-toplayıcı çalışmaları gösteriyor ki tarım, yiyecek elde etmek için çok daha emek yoğun bir çalışma gerektiriyor. Ayrıca taş devri çiftçilerinin iskeletlerinde avcı-toplayıcı atalarına oranla çok daha fazla çürük dişe, kötü beslenme izlerine ve bulaşıcı hastalığa rastlanıyor. Öyle görünüyor kî, çiftçilik o kadar da birdenbire olmuş bir gelişme değildi.
Peki atalarımız neden kendilerini kötü bir duruma sokan yaşam biçimine bu kadar hevesliydi? Bazı uzmanlar avcı-toplayıcıların, iklim değişiklikleri ya da aşırı nüfus yüzünden eski yiyecek kaynaklarının yetmemesi sonucunda tarıma yönelmek zorunda kalmış olabileceklerini düşünüyor. Başkalarının iddialarına göreyse tarımın gelişmesi, aç karınları doyurmak yerine, statü sembolü olarak tarımsal ürünlerin tüketilmesine bağlıydı. Bununla birlikte hangi savın geçerli olduğunu kesin olarak bilebilmek için geçmişe bakan penceremiz çok dar. Ama araştırmacılar yeni verilere ulaştıkça yanıtlar daha da belirginleşecek. Tarımın yükselişini
|
açıklamaktaki zorluk, tarımın dünyada en az yedi bağımsız kökeni olması ve her birinin birbirinden ayrı Özel koşullarınım bulunması. Tarıma geçişin bir gecede olmadığını, hatta bunun birkaç kuşak içinde tamamlanmadığını da biliyoruz. Arkeolojik kayıtlar, insanların ekin tohumlarını ilk evcilleştirmelerinden sonra, yüzlerce hatta bin yıl boyunca bunun beslenme alışkanlıklarının çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu gösteriyor. Hasat edilmiş ürünler çok daha sonra yiyecek olarak önemli bir yere oturmuştu. Tarımın yükselişini açıklamaya çalışan bir kuramın, bu iki kademenin arkasındaki itici gücü de çözmesi gerekiyor.
İlk ekim İşleri, doğu Akdeniz'de son buzul çağının sonlarına doğru, yaklaşık 12.000 yıl önce başlamıştı. O dönemde bitki ve hayvan çeşitliliği çok hızlı değişiyordu. Kuzey Amerikalı avcı-topla-yıcıiar birçok büyük av hayvanının soylarının tükenmesiyle, kolay ve besleyici av bulamamaktan
|
dolayı sıkıntıya düşmüştü. Smithsonian Enstitü-sü'nden Dolores Piperno, "Ekolojik koşulların dramatik boyutlarda değiştiğini biliyorduk" diyor. "Artık hayvanlar avlanmak için orada değillerdi. Yoğun biçimde bitki yetiştirmeye başlamamızın nedeni budur."
Bu uyum sağlama yeteneği modern avcı-top-layıcıların karakteristiği. Smithsonian Enstitü-sü'nden arkeobiyoloji programı yöneticisi Bruce Smith ."Tahmin edilebilir riski azaltmak için besin kaynaklarını bu yönde kullanıyorlardı" diyor. Buzulların çekilmesinin ardından iklim, tahıl yetiştirmek için çok daha elverişli hale gelmiş olmalıydı. Taş devri insanları da büyük olasılıkla bunu kendi besin alışkanlıklarına eklediler ve daha iyi yetiştirebilmek için çabaladılar. Yarı evcil-leştirilmiş bitkilerin avcı-toplayıcıların menüsün-de bir seçenek olarak yerini kuşaklar boyunca koruduğunu da söyleyebiliriz.
|
||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
Rekabetçi Şölen
Birçok arkeolog bu senaryodan çok daha farklı bir açıklamaya yöneliyor. İleri sürdükleri sav, ilk evcilleştirilen ekinlerin, günümüzdeki tavuskuşu dili ya da havyar benzeri, yalnızca şölenlerde sunulan lüks yiyecekler oldukları yolunda. Bir şölen vermek demek, şöleni veren kişinin statüsünü göstermesi, ittifaklar kurması ve ileride politik kazançlara dönüştürebileceği bağlantılar anlamına gelirdi. Kanada'daki Simon Fraser Ünİversite-si'nde arkeolog olan Brian Hayden, bunun kültürel bir dönüşüm için güçlü bir motor olduğunu, bu motorun yakıtının da yemek olduğunu söylüyor. Günümüzde toplantılarda konuklan etkilemek için egzotik lezzetlere gerek duyuluyor. İlk evcilleştirilen bitkiler de ana yemek olmaktan çok, damakta hoş bir tat bırakacak yiyecekler olarak sunuluyordu. Mercimeği ele alalım. Mercimek, hasat edilmesi oldukça güç, nazlı bir bitkidir. Aç bir insan karnını kolaylıkla başka yiyeceklerle, hem de mercimekle olduğundan çok hızlı doyurabilir. Bununla birlikte Orta Doğu'da ilk evcilleştirilen bitkilerden biri de mercimektir. Orta Amerika'da İlk ekinler kırmızı biber, avokado ve su kabağıydı. Hayden, "Eğer çok açsanız bu bitkiler karnınızı doyurmak için çok da önemli yiyecekler değildir" diyor. Gerçekten de su kabakları hiç de yenebilir şeyler değildir, ancak bunlarla şölenlerde çok iyi servis yapılır. Bugün bizim için çok alışılmış ve vazgeçilmez olan pirinç gibi tahıllar bile, bugün birçok geleneksel toplumda yüksek statülü bir yemek olarak ikram edilir. Sözgelimi, En-donezya'daki Sulawesti Adası'nda yaşayan Tora-jan kültüründe, yoksul aileler genellikle "manyok" ve benzeri bitki kökleriyle idare eder ve değerli pirinçlerini özel günler için saklarlar. Zengin evlerinde bile günlük yemekte başka yiyecekler yenir ve pirinç misafir için saklanır. Taş devrinde de benzer şeyler buğday ve arpa için yaşanmış olabilir. Birçok uzman ekmeğin değil ama biranın bu tahıllardan elde edilen ürünlerin en değerlisi olduğunu düşünüyor. Bir şölende alkolün ne kadar önemli olduğunu belirtmeye gerek yok. Olasılıkla kimi hayvanlar da gündelik yemek yerine Özel günlerde ve kutlamalarda yenmek üzere kullanılıyordu. Bugün bile bazı toplumlarda bu adetler geçerlidir. Eğer ekinler ana yemek değil de yalnızca özel günlerde yenilen prestij nesnele-riyse, uzun yıllar boyunca neden beslenme alış-
|
|
|||
kanlığı içinde çok az bir yer tuttukları anlaşılabilir. Ekinlerin ilk kez ortaya çıktığı yerler ve zamanlar, Hayden'in "rekabetçi şölen" senaryosunun beklentilerine uyuyor. "Bitkilerin karmaşık ekonomik yapıdaki, sınıf eşitsizliklerinin olduğu zengin toplumlarda evcilleştirildiğini tahmin ediyoruz. Bulgularımız tam da bunu doğruluyor" diyor. Depolanabilir ve saygınlık artırıcı tahıllar, parlak taş balta gibi diğer lüks nesnelerle de değiş tokuş edilebilirdi.
Tarımın lüks olarak başlaması düşüncesi henüz tam oturmuş değil. Columbia'dakİ Missouri Üniversitesinden paleobotanikçi Deborah Pear-sall, bunun sınanabilecek bir proje olduğunu, ama değerlendirmeyi yapacak bir jürinin olmadığı görüşünde. Arkeologlar tarım toplumuna geçilirken tarımsal ürünlerle caka satmak için yapılan rekabetçi şölen ya da diğer uygulamaların kanıtlarına daha yakından bakmalılar. Yakın Doğu'daki ve kuzey Avrupa'daki bazı toplumlar buna uyuyor. Amerika'daki ve Yeni Gine'deki diğerlerininse çok daha basit yapıda oldukları görülüyor.
Peki tarımsal geçişin ikinci basamağı neydi? Neden evcilleştirilmiş tahıllar bir süre sonra ana yemek haline geldi? Burada hikaye biraz daha belirsiz. Bu, zaman içinde çeşitli değişkenlerin karşılıklı etkileşimiyle açıklanabilecek bir şey ve ana etkeni bulmak çok da kolay değil. Bir fikre göre, teknolojinin gelişmesi, birçok kişinin bu saygın yiyeceklere ulaşmasını sağlamıştı. Çiftçiler yıllar
|
içinde tahıllardan daha iyi ürün almayı öğrendikçe çok daha fazla kişiye yiyecek çıkmış olabilir. Tahıllar kuşaklar süren seçim sonunda daha kaliteli hale gelmiş de olabilirler. Ekinlerin büyük depolarda saklanması ve diğer lüks tüketim mallarıyla değiştirilebilir olmaları toplumsal eşitsizliği doğurdu. Ortaya çıkan seçkinler, daha aşağı sınıflara yiyecek aramak için daha az zaman bırakıp onları tarlada çalışmaya zorlamış olabilirler.
Bir diğer açıklamaya göreyse insanlar yarı yerleşik yaşama geçtiklerinde bir nüfus tuzağına yakalanmış olabilirler. "Çiftçilerin avcı-toplayıcılar-dan daha çok çocuğu vardı" diyor Piperno. "Evrimci bir yaklaşımla söyleyecek olursak, bu durum çok daha başarılı bir stratejiydi ve tarımcı olamayanlar zamanla diğerleriyle rekabet edemeyerek yerlerini onlara bıraktı." Çiftçilerin artan nüfusu yayılmaya başladıkça, avcı-toplayıcılar diğerlerini rahatsız etmeden av bulmakta zorlanmaya başladılar. Bir süre sonra gereksinim duydukları yiyeceği kendileri yetiştirmek zorunda kalmış bile olabilirler. Bu durum, onların ekinlerin kaybı ya da kıtlık gibi durumlarda çok zorda kalmalarına neden olmuş olabilir ama artık bundan geri dönüş yoktu.
Arkeologların tarımın yükselişiyle ilgili bu iki açıklamayı incelemek için çok az kanıtları var. Ama bazı ipuçları, eski insanların kemiklerinde olabilir. Aşırı nüfus ya da yiyecek sıkıntısı atalarımızı tarıma yönlendirdiyse kemiklerinde tarım öncesi dönemde yaşanmış olabilecek yetersiz beslenme izlerinin görülebilmesi gerekir. İskeletler şu an için böyle bir ayrımın anlaşılabilmesi için yeterli değil. Bununla birlikte bir grup araştırmacı, dünyanın birçok bölgesindeki tarih Öncesi kemiklerin üzerinde kötü beslenme, yaralanma, hastalık izleri arıyor ve elde ettikleri bilgileri değerlendiriyor. Araştırmacılar yalnızca Avrupa'da 75.000, dünya çapındaysa yaklaşık 200.000 iskelete ulaşabilmeyi umuyor.
Kemikler öykülerini anlattığında, hastalıkların ne zaman ve hangi koşullar altında geliştiğini anlamak mümkün olacak. Bu da, insanlığın en büyük buluşlarından biri olan tarımın, insanların statü sembolü olarak mı yoksa artan sayıdaki aç nüfusu doyurabilmek için bir gereklilik sonucunda mı doğduğunu gösterecek.
Holmes, B,, Manna or Millstone, New Scientist, 18 Eylül, 2004
Çeviren: Gökhan Tok
|
|||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
|
|||||
MODERN BESLENME
Tatlı, sizce neden ana yemekten sonra geliyor? Modern Batılı yemek tarzının kökenini, beslenme biçimi ve gıdalarla ilgili yeni fikirlerin ortaya çıktığı 17. yüzyılda bulmak mümkün.
|
|
||||
|
|||||
Eğer İngiltere ya da Fransa'da bir 16. yüzyıl saray ziyafetine katılacak olsaydık, önümüze gelen yemekleri yadırgayacağımız kesin gibi. Ana yemeklerin arasında bulunacaklardan biri, olasılıkla "blancmange" (öğütülmüş bademin sütüyle nemlendirilmiş, üzerine şeker serpilmiş ve kızarmış domuz yağı dökülmüş koyu bir tavuk-pirinç püresi). Sonra fırınlanmış süt domuzu, yanında da kamelin sosu (ekmek kırıkları, öğütülmüş kuru üzüm ve bademle koyu kıvama getirilmiş, tarçın ve karanfille baharatlandırılmış ekşi üzüm suyu). Belki yanında etsuyuyla pişmiş ve üzerine tatlı ayva macunu sürülmüş bakla, ve tabii içecek olarak da, zencefil, tarçın ve karanfille baharatlandırıl-mış, tatlı bir kırmızı şarap olan "hypoc-ras". Ancak filmi bir 100 yıl kadar ileri sararsak, bu ziyafet sofrasında tanıdık gelecek bazı şeyler bulmak mümkün olabilir: Etsuyu çorbası, istiridye, ançuez, fırınlanmış, soslu hindi. Garnitür olarak kremalı mantar; salata olarak zeytinyağı-sirke soslu bir yeşil salata; limon şerbetiyle servis edilen taze meyveler ve beyaz şarap.
17. yüzyılın ortalarından önce Avrupa ve Asya'nın önemli bir bölümünde hem İslam hem de Hıristiyan dünyasının elit tabakaları, hemen hemen aynı beslenme biçimini benimsemişti: Koyu püreler, bol baharat, tatlı ve ekşi soslar, pişmiş sebzeler ve şaraplar. Sekerse, lüks yemeklerin vazgeçilmez malzeme-siydi. Ancak yüzyılın ortasında kuzey Avrupa'da beslenme biçimi belirgin şekilde değişmeye başladı. Artık daha az baharat kullanılıyor, soslarda te-
|
reyağ ve zeytînyağ gibi yağlar tercih ediliyor, öğünlere çiğ meyve ve sebzeler de dahil ediliyordu. Sekerse, sofralarda yalnızca yemek sonrasında beliriyordu.
Birdenbire ne olmuştu? Neden, ekonomik kaygılar olamazdı, çünkü üst sınıfların zaten böyle bir sorunu yoktu. Yoksul kesim içinse her iki tür beslenme tarzı da her durumda nasılsa ulaşılmazdı; 19. yüzyıla gelene kadar sebze çorbaları ve ek-rnekli, yulaflı bulamaçlarla idare ettiler. Yeni Dünya kökenli değişik gıdalar da bu farkı açıklaya-mazdı; çünkü hindiyi saymazsak, ikinci beslenme dalgası yeni malzemelerden çok, eskilerinin yeni kullanımlarını içeriyordu. Uzmanlar bu farkın asıl nedenini, beslenme ve gıda anlayışındaki değişim ve gelişimin, bir başka deyişle kimya ve tıbbın tarihinde aramak gerektiğini söylüyorlar.
16. Yüzyıl ve Pişirmenin Kimyası
Sağlıklı gıdalar tüketmek, bizden yüzyıllar önce yaşayanlar için, belki de bizim için olduğundan çok daha önemliydi. Zengin 'hastalarının' günlük alışkanlıklarım (ne kadar uyudukları, egzersiz yaptıkları, temiz hava aldıkları, duygusal durumları vs) ve bununla birlikte beslenme alışkanlıklarını dikkatle izlemek, fazla tedavi seçeneği olmayan hekimler için, hastalığın ve sonuçta tatsız cerrahi girişimlerin önlenmesi demekti. Hastalarının ne yiyip içeceğine onlar karar veriyor, saraylar ve
|
zengin evlerinde, gıdaların besin değerleri, sindirim fizyolojisi gibi alanlarda uzmanlaşmış hekimler de çalıştırılıyordu. Beslenme işini kuramdan masaya dökmekse, aşçıların işiydi. Ve o zamanlar "iyi bir aşçı, yarım bir hekim"di. 16. yüzyılın efendileri, hekimleri ve aşçıları, aslında çok daha eskilere dayanan bir beslenme ve gıda anlayışını paylaşıyorlardı.
MÖ 400 yılı civarında beslenme ilmi, iki temel varsayıma dayanıyordu. Birincisine göre, yiyeceklerin sindirimi, aslında pişirmenin bir biçimiydi. Pişirme, tüm yaşamı birarada tutan sistemlerin merkezinde yer alan bir eylemdi. Tohumlar bitkilere 'pişiyor', bitkiler toprak üstüne çıktıklarında güneşin ısısıyla meyve ve tahıllara 'pişiyor', insanlarsa bu pişirme işini daha da ileri götürerek onları yenebilir öğünlere dönüştürüyorlardı. Sonunda vücudun iç ısısı yiyeceği kana dönüştürüyor, sindirile-meyenler dışkı olarak atılıyor ve yaşam döngüsünü yeniden başlatmak üzere çürümekte olan hayvan ve bitkilerin yapısına karışıyordu.
İkinci varsayım, dengeli beslenmeyle vücut sıvılarını doğru denge içinde tutabilme temeline dayalıydı. Vücutta dört türlü sıvının dolaştığına inanılıyordu: kan, balgam, sarı safra ve siyah safra. Bu sıvılar-sa sırasıyla Aristoteles'in dört elementi; hava, su, ateş ve toprağa karşılık geliyorlardı. Kan sıcak ve nemli olduğu için havayla; balgam soğuk ve yaş olduğu için suyla; sarı safra sıcak ve kuru olduğu İçin ateşle; siyah safra da soğuk ve kuru olduğu için toprakla bağlantılıydı. İdeal bir yemekse, insan vücudunun ideal durumunda olduğu zamanki gibi "biraz ılık, biraz da yaş" olmalıydı. Ama durum her zaman böyle değildi. Sözgelimi yaşlılar gençlere göre daha "soğuk ve kuru", adet gören kadınlar erkeklere göre daha "soğuk ve nemli", güney Avrupalılar, kuzeydeki komşularından daha "sıcakkanlıydı. "İdeal yemek" merkezinden yapılacak sapmalarsa, bazı sorunlara besinsel çözümler bulmak adına yararlı olabilirdi. Bu şekilde yaşlıları ısıtıp 'nemlendirmek', güney Avrupalı'yı biraz soğutup kuzeylinin kanını kaynatmak olasıydı! Bizim 16. yüzyıl ziyafet sofrası, işte bu düşünce biçiminin kusursuz bir örneği: "Blancmange" içeriği, üstüne serpilen şeker dahil, tümüyle "biraz ılık, biraz yaş"; ideal insan vücudu gibi. Fazla nemli olan süt domuzu, fırınlanarak kurutulmuş. Aşçımız, tehlikeli derecede soğuk ve yaş olan üzüm ve ayvayı çiğ bırakmamaya da özen göstermiş. Her derde deva olarak görülen kırmızı şarap-sa, doğal haliyle fazla kuru ve soğuk olduğundan baharatlarla 'ısıtılıp' servisi de yine ılık olarak yapılmış.
|
|||
|
|||||
|
|||||
Hypocras
|
|||||
|
|||||
|
|||||
|
|||||
|
||||||||||
NLAYISININ DOĞUŞU
|
||||||||||
|
||||||||||
|
yiyecekler yönünde yapılacaktı. İstiridye, ançuez, yeşil sebzeler, mantar ve taze meyveler, hızlı bir biçimde mayalanmalarına
|
|||||||||
17. Yüzyıl - Mayanın Zaferi
17. yüzyılın ortalarında, kuzey Avrupa
|
16. Yüzyıldaki Yiyecek Sınıflandırma Sistemi Kuru
|
|||||||||
saraylarını farklı gorüşlerdeki hekimler
|
||||||||||
|
bağlı olarak ön saflarda yerlerini aldılar. Kuş türleri ve balığa göre daha fazla besleyici sıvı içeren kara hayvanlarının etleri tercih edilir oldu. Tereyağ, domuz yağı, zeytinyağı gibi yağlar, tuz ve cıva bileşenlerini bağlama özelliklerinden dolayı birçok sosun yapımına katılırken, ne olduysa şekere oldu. "Beyazlığı altında korkunç bir siyahlık, tatlılığı altında korkunç bir hırçınlık gizlediği" iddia edilen şekerin, birçok hastalığa da neden olduğu ortaya çıkıyordu. Böylece tahtından edilen şeker, her ana yemeğin üst ve içini süslemek yerine, ancak ayrı bir mutfakta hazırlanan yemek sonu tatlılarında kullanılır oldu.
•
İlk Restoranlar ve Sonrası
Girişimciler, bu yeni "mutfağın" ürünle-
|
|||||||||
doldurmaya başlamıştı. Bu hekimler, 16. yüzyıl hekimi Paracelsus'tan devraldıkları düşünceler ışığında, Aristoteles'in elementleri ve pişme üzerine kurulu bir evrensel yaşam döngüsünün yanlış olduğu ve gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu ani değişimin nedenleri bilim tarihçilerince hâlâ tartışılmakta olsa da, damıtım teknolojisinin bunda payı olabileceği düşünülüyor. Kimyacılar artık, çoğu yenebilir olan birçok doğal maddeyi ısıttıkları deneyler yapıyor ve her seferinde ana malzemenin üç temel bileşene dönüştüğünü görüyorlardı: uçucu bir sıvı, yağlı bir madde ve bir katı artık. Bu gözlemler ışığında üç yeni 'element' ortaya çıktı: uçucu sıvıların özü olan cıva; yağlı maddelerin özü olan kükürt ve tüm katıların özü
|
||||||||||
olan tuz. (Cıva ve kükürt, bugün bu adlar-la bildiğimiz elementleri temsil etmiyor; tuzla kastedilense, yine bildiğimiz sofra tuzu değil.) Buna bağlı olarak cıva, kokunun; kükürt, nem ve tatlı tadın (aynı zamanda diğer iki elementi de birbirine bağlıyordu); tuz da genel olarak tat ve kıvamın belirleyicisi ve temsilcisiydi. Hekimlerse sindirimdeki temel etkinliğin pişirmeden çok mayalanma olduğu görüşündeydiler. Asitli mide sıvıları yiyeceği beyaz, sütümsü bir sıvıya dönüştürüyor, bu da sindirim kanalında alkali niteliğindeki safrayla karışıyor, karışım mayalanıp köpürerek, vücudun kan ve diğer sıvılara dönüştürebileceği tuzlu bir madde üretiyordu.
|
Bu yeni grup da, sindirime ilişkin görüşlerini yansıtan yeni bir evrensel yaşam döngüsü ortaya attı. Buna göre de tohum, "toprağın mayasıyla" bitkiye; tahıl ve meyveler de ekmek, bira ve şaraba dönüşüyor, bunlarsa sindirim sistemi içinde biraz daha mayalanıyordu. Artık maddelerin çürümesi, döngüyü yeniden başlatıyordu. Evren hâlâ bir mutfaktı; ancak bu sefer bira fıçılarıyla donatılmış bir mutfak. İnsan vücudu da bu fıçıların minyatür örnekleriyle doluydu.
Elbette sofralardaki seçim de, yeni standartlara göre sağlıklı -ve bir yandan da lezzetli- olan
|
rini, aşçı tutmaya gücü yetmeyenlere "res-taurant" (= koruyucu, iyileştirici) adı altında satmayı akıl etmekte fazla gecikmediler. Bu şekilde orta sınıf da yeni tatlar ve yeni mutfaktan payını düşeni alabilmiş, hatta aristokrasiyle aynı düzeyde yarışır hale gelmişti. Yeni beslenme tarzı toplumsal ölçeğin alt seviyelerine de ulaşırken, yavaş yavaş tüm Avrupa'ya yayıldı. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğindeyse Avrupa, ABD, Kanada ve Avustralya'da İngilizce ve Fransızca konuşan ülkelerde bir standart olarak yerini almıştı. Amerika'nın İspanyolca konuşulan bölgeleriyle İslam ülkelerinin büyük çoğunluğuysa Paracelsus'un fikirlerinden türeyen kimyaya uzak kalmış, ne yeni gıda kuramını ne de ürünü olan yeni mutfağı benimsemişlerdi.
Batılı beslenme ve yemek anlayışının,ortaya çıkmasına neden olan kuramlardan uzun yaşadığı kesin. 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde kimyacı ve hekimler, karbonhidrat, protein, vitamin ve minerallerin, yanısıra da enerji ve kalorilerin sindirimin biyokimyasında oynadıkları rollerle ilgili modern kuramlara yol açacak araştırmalara girişmişlerdi. 19. ve 20. yüzyıllarsa beslenme uzmanlarının başta fabrika işçileri ve askerler olmak üzere, daha az varlıklı kesime ucuz ama yeterli bir beslenme düzeni geliştirmeye çalıştıkları bir dönem oldu.
Bir zamanlar yalnızca varlıklı sınıflara özgü olan Batılı yemek tarzı, yine Batılı toplumlar için de olsa, ulaşılmaz değil. Ancak bazı eksileri olduğunu da anlıyoruz. Sözgelimi taze meyve ve sebzeler günümüzde de yüksek puan alsalar bile, beslenme düzeninde simde de epeyce yer tutan yağın aldığı puanlar o kadar da çok değil. Gelişmiş ülkelerde et ve yağın yaygın tüketimi, yüksek şişmanlık oranlarından da sorumlu tutuluyor. Dik-katlerse yeni bir "mutfağa"; hem lezzetli hem de yeni fizyolojik ve gıdasal bulgularla uyumlu bir beslenme tarzının arayışına yönelmiş durumda.
Laudan, R. "Birth of the Modern Diet" Scientific American, Ocak 2004
Çeviri: Zeynep Tozar
|
||||||||
1650'den önceki evrensel besin döngüsü modeli (Yaşamın merkezi sürecinin pişme olduğuna inanılıyordu)
: pişerek
|
||||||||||
|
|
|||||||||
|
•
|
|||||||||
Döngü, toprak ve tohumla başlıyor
|
Tohumlar toprakta mayalanarak bitkilere dönüşüyorlar
|
Bitkiler çiğ besinleri üretiyorlar
|
||||||||
Artıklar toprağa karışıyor
|
1650'den sonraki evrensel besin döngüsü modeli (Yaşamın merkezi sürecinin mayalanma olduğuna inanılıyordu)
|
|||||||||
Mide ve bağırsak içinde yiyecekler mayalanarak temel vücut sıvılarını oluşturuyorlar
|
Meyve ve tahıllar mayalanarak şarap, bira ve ekmek gibi ürünlere dönüşüyorlar
|
|||||||||
|
||||||||||
|
||||||||||
|
||||||||||
|
||||||||||
|
||||
|
sağlıksız oldukları konusunda halkı eğitmenin kolay olmayacağını düşünerek, bunun yerine çok daha basit bir mesaj vermeyi tercih ettiler: "Yağlar kötüdür." ABD'de tüketilen tüm yağın %40'ını doymuş yağlar oluşturduğu için, USDA'in açıklaması şöyleydi: Az yağlı beslenme, beraberinde doymuş yağ alımını da azaltır. Bu tavsiye kısa zamanda gıda endüstrisi tarafından da desteklendi ve düşük yağ içerikli, ancak yüksek fruktozlu mısır şurupları gibi tadlandırıcılarla yüklü kek, cipsler ve başka ürünler piyasaya sürüldü.
Besin piramidi geliştirilmeye başlandığında tipik bir Amerikalı, kalorisinin %40'ını yağ, %15'ini protein ve yaklaşık %45'ini karbonhidratlardan sağlıyordu. Beslenme uzmanları, daha fazla protein tüketimini önermek istemiyordu, çünkü kırmızı et gibi pek çok protein kaynağı aynı zamanda bolca doymuş yağ da içeriyordu. Böylece, "yağ kötüdür'' bildirisi, doğal sonucu olan "karbonhidratlar İyidir"i getirdi. ABD Kalp Derneği ve diğer grupların hazırladığı beslenme rehberleri, İnsanların, kalorilerinin en azından yarısını karbonhidratlardan alması gerektiğini ve yağdan alınacak kalorinin %30'u geçmemesi gerektiğini bildirdiler. Bu görüş, yapılan çalışmalarla desteklen-mese de, kısa zamanda kabul gördü.
Araştırmacıların "kötü kolesterol" olarak bilinen düşük yoğunluklu lipop-rotein (LDL) biçiminde gruplandırılan ve "iyi kolesterol" olarak bilinen yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol taşıyıcı kimyasalların, kalp hastalıklarında farklı etkileri olduğunu ortaya çıkarmalarıyla bu görüş daha şüpheli bir hal aldı. Kanda, LDL'nin HDL'ye oranının azalması kalp hastalıkları riskini düşürürken, oranın artması, bu riski artırır. 1990'ların başlarında yapılan kontrollü beslenme çalışmaları, doymuş yağdan alınan kalorinin karbonhidratla değiştirilmesinin, LDL'nin türn kolesterole oranını düşürdüğünü, ancak bununla beraber HDL düzeyinin de düştüğünü gösterdi. Bu durumda, LDL'nin HDL'ye oranı değişmediği için, kalp hastalıkları riski de çok az oranda düşer. Dahası, yağın karbonhidratla değişimi, olasılıkla vücudun endokrin sistemine etkisinden dolayı, yağın bileşen molekülü olan trigliseri-din kandaki düzeyinin artmasına neden olur. Trigliserid düzeyinin yükselmesi de, yine kalp hastalıları riskinin artmasına neden olabilir.
|
|||
ABD Tarım Bakanlığı (USDA), Amerikan halkının sağlığını korumak ve kronik hastalıklardan uzak kalacak şekilde" beslenmelerini sağlamak amacıyla, 1992 yılında bir "Beslenme Rehber Piramidi" yayınlamıştı. Bu piramitte önerilenler, kısa zamanda herkesçe kabul edilir hale geldi. Piramide göre, yağ tüketimi en aza indirilmeli ve 6-11 porsiyon karmaşık karbonhidrat içerikli (ekmek, tahıl, pirinç, pasta ve bunun gibi) gıda tüketilmeliydi. Besin piramidi, aynı zamanda bol miktarda sebze (patates ve başka karmaşık karbonhidrat içerikli), meyve ve süt ürünü tüketiminin yanısıra da kırmızı et, kümes hayvanı, balık, fındık, kuru meyve ve yumurtanın bir arada bulunduğu et-bakla grubundan da günde en az 2 porsiyon tüketimi tavsiye ediyordu.
Bu besin piramidi geliştirilmeye başlandığında bile, beslenme uzmanları uzun zamandır, bazı yağ türlerinin sağlık İçin önemli olduğunu ve kalp hastalıkları riskini azaltabildiğini biliyorlardı. Dahası, bilim adamları, fazla miktarda karbonhidrat alımının yararlı olduğunu gösteren çok az bulguya sahiplerdi. 1992'den beri, birbiri peşisıra yapılan çalışmalar, bu piramidin oldukça hatalı olduğunu gösterdi. Kısacası, yağların tümü sağlığımız için kötü değil ve tüm kar-
|
maşık karbonhidratlar koşulsuz iyi değil. ABD Tarım Bakanlığı'na bağlı Gıda Politikası Geliştirme ve Benimsetme Merkezi, şu anda piramidi yeniden düzenliyor. Bunun yanısıra, Harvard Toplum Sağlığı Okulu tarafından, beslenme ve sağlık arasındaki İlişkinin şu anki verileriyle yeni bir besin piramidi hazırlandı. Çalışmalar, hazırlanan piramidin tavsiyelerine uyulduğunda, kadınlarda ve erkeklerde kalp hastalıkları riskinin düşebildiğini gösteriyor.
Peki, USDA tarafından hazırlanan piramidin neresi yanlış? Araştırmacılar, on yıllardır kırmızı et ve süt ürünlerinde bolca bulunan doymuş yağların kandaki kolesterol düzeyini artırdığını biliyorlar. Yüksek kolesterol seviyeleri, kalp hastalıkları riskinin artmasıyla ilişkili. 1960'larda yapılan kontrollü beslenme çalışmaları, doymuş yağın kolesterol düzeyini artırdığını bitkisel yağlar ve balıklarda bulunan çoklu doymamış yağların-sa kolesterolü düşürdüğünü göstermişti. Bu nedenle, 19601ı ve 1970'li yıllarda beslenme üzerine yapılan tavsiyelerde, yağların toptan terkedilmesi değil, doymuş yağların çoklu doymamış yağlarla yer değiştirmesi üzerine duruldu.
Ne yazık ki, pek çok beslenme uzmanı, hangi yağların sağlıklı, hangilerinin
|
|||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
Hayvansal Yağ Beyne Yaramıyor
|
sürüldüğü gibi kolon kanseri riskini düşürmüyor.
Yakın zamanda yapılan çalışmalar, aşırı karbonhidrat tüketiminin olumsuz etkilerinin, şişman İnsanlarda daha tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Aşırı kilolu ve hareketsiz İnsanlar, insülinin etkilerine karşı dirençli olabilirler ve bu nedenle de kan şekerlerini düzenlemek için daha fazla hormona gereksinimleri olur. Elde edilen bulgulara göre, zayıf ve hareketli insanlarda büyük miktarda, arıtılmış karbonhidrat tüketimi herhangi bir risk faktörü oluşturmazken, zaten İnsülin direnci olan insanlar için, bunun daha kötü etkileri olabiliyor.
Sebze Tüketimi
Aşırı meyve ve sebze tüketimi, belki de besin piramidinin en tartışmasız yönü. Kanser riskinde azalma, meyve ve sebzelerin yaygın tüketiminin avantajlarından biri. Ancak, bu düşünceyi destekleyen bulguların kaynağı, daha çok önyargılara açık olan çalışmalardan geliyor. Yine de, bazı meyve ve sebzelerin kanser riskini düşürmede etkili olabileceği kabul ediliyor. Örneğin, yeşil yapraklı sebzelerde bulunan folik asit kolon kanseri riskini ve domateste bulunan likopen prostat kanseri riskini azaltabilir.
Meyve ve sebze tüketmenin asıl önemi, kalp hastalıklarında ortaya çıkıyor. Bazı epidemiyolojik çalışmalarda görüldüğü gibi, folik asit ve potasyum, bu etkilere katkıda bulunabilir. Yetersiz folik asit tüketimi, aynı zamanda doğum kusurları riskinin artmasında da önemli bir rol oynuyor. Yeşil yapraklı sebzelerde bulunan lutein pigmentinin az tüketilmesi de, katarakt ve retina bozulmasında etkili olabiliyor. Meyve ve sebzeler, aynı zamanda sağlık İçin gerekli olan pek çok vitaminin de birincil kaynağı. Bu nedenle, kanser riski üzerinde çok az etkisi olsa da, günde tavsiye edilen 5 porsiyon meyve ve sebzenin tüketilmesi
için iyi nedenler var. Her ne kadar, patates USDA piramidinde sebze sınıfına dahil edilmiş olsa da, ağırlıklı olarak nişasta İçerdiği için, öteki sebzeler için sayılan yararlan sağlamaz. USDA piramidinde bu-
|
|||
Şu sıralarda ülkemizde de gösterimde olan "Şişir Beni" adlı filmde, bir ay boyunca McDonald's yiyecekleriyle beslenmenin bedensel sağlığı nasıl olumsuz etkilediği gösteriliyor. Filmin en önemli özelliği, konusunun kurmaca değil, gerçek yaşamdan alınmış olması. Ancak, abur cuburla beslenmemek için, kilo almak ya da bedensel sağlığı kaybetmekten başka gerekçeler de var. Araştırmacılar, bu tür yiyeceklerin zihinsel becerilerde de düşüşe neden olabileceği uyarısını yapıyorlar.
Bu, yeni bir düşünce değil. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar, hayvansal yağ tüketimi arttıkça, Öğrenme ve bellek işlevlerinde azalma olduğunu göstermiş. Abur cubur yiyeceklerle beslenen farelerin ve sıçanların, bir labirentte yollarım bulmakta ve kısa bir süre önce çözümünü Öğrendikleri bir problemle yeniden karşılaştıklarında çözümü hatırlamakta güçlük çektikleri gözlenmiş. Araştırmacılar, bilişsel işlevlerdeki bu düşüşün sorumlusunun, "trigliserit"
ve karbonhidrata göre daha fazla kalori var. Aynı zamanda, gıdayla doğrudan alınan yağların, vücutta depolanma işlemi, karbonhidratların vücut yağına dönüştürülmesinden daha verimli olabiliyor. Fakat, son zamanlarda yapılan kontrollü çalışmalar, bu düşüncelerin pratik olarak pek önemli olmadığını gösterdi. Aşırı şişmanlıktan korunmanın en İyi yolu, yalnızca yağdan alınan kalorinin değil, alınan toplam kalorinin sınırlanması. Bu nedenle, asıl konu, beslenmedeki yağ bileşiminin, kişinin kalori alım kontrolünü etkileyip etkilemediği. Başka bir deyişle, yağ yemek, sizi protein ya da karbonhidrat yemekten daha mı çok aç ya da tok tutuyor? Bu konuda yapılan kısa dönemli çalışmalar, düşük yağ içerikli beslenmenin, ilk aylarda birkaç kilo verilmesini sağladığını, ancak verilen bu kiloların kısa zamanda geri alındığını gösteriyor. Bir yıl ya da daha uzun süren çalışmalar-daysa, düşük yağ içerikli beslenmenin kilo kaybını sağlamadığı ortaya çıkmış,
Karbonhidrat Yüklemesi
Karmaşık karbonhidratlar, glukoz ve fruktoz gibi uzun şeker zincirlerini içerir; sekerse yalnızca bir ya da iki zincir içerir. Şekerin kaloriden başka birşey sunmadığı kaygıları nedeniyle, karmaşık karbonhidratlar USDA besin piramidinin tabanını oluşturur. Fakat, beyaz ekmek ve beyaz pirinç gibi arıtılmış karbonhidratlar, kolaylıkla vücudumuzun temel yakıtı olan glukoza parçalanabilir. Arıtma İşlemi, kolay emilebilir nişasta (birbirine bağlanmış glukoz molekülleri) türünü üretir ve aynı zamanda pek çok vitamin,
|
olduğunu düşünüyorlar. Trigliserit, yüksek oranda hayvansal yağ içeren yiyeceklerle beslenen farelerde yüksek düzeyde bulunan, kolesterol benzeri bir madde. Araştırmacılar, farelere trigliserit düzeylerinin düşmesini sağlayan, ama kilo almalarını engellemeyen bir İlaç verdiklerinde, farelerin bellek testlerinde daha başarılı olduklarını görmüşler.
Ancak, bu bulguların insanlar için de geçerli olup olmadığının anlaşılması için, yeni araştırmalara gereksinim duyuluyor. İnsanlarda, "transyağlar" olarak adlandırılan yağ asitlerinin, trigliserit ve kolesterol düzeylerini artırdığı biliniyor. Transyağlann kullanımıysa çok yaygın. Hazır yiyeceklerin raf ömrünü uzattığı için, bu tür yiyeceklerin üretiminde hep transyağlar kullanılıyor. Ancak, öyle görünüyor ki, yiyeceklerin raf ömrünün azaltılması, biz insanların raf ömrünü uzatabilir!
http://www. nature.com/news/2004/041025/full/041025-ll.hhnl
Çeviri: Aslı Z ü lal
mineral ve lifi uzaklaştırır. Böylece, bu karbonhidratlar kandaki glukoz düzeyini, arıtılmamışının yaptığından daha fazla artırır.
Patatesi düşünelim. Haşlanmış patates yemek, kan şekeri düzeyini aynı kalori miktarındaki sofra şekerininkinden daha fazla artırır. Patates çoğunlukla nişasta olduğu İçin, hemen glukoza parçalanabilir. Aksine, sofra şekeri (sukroz) bir molekül glukoz ve bir molekül fruktoz içeren bir disakkatittir. Fruktozun, glukoza dönüşmesi uzun sürer. Bu nedenle de, kan şekerini daha yavaş yükseltir.
Kan şekerinin hızlı yükselişi, fazla miktarda İnsülin şahmına neden olur. İn-sülin, glukozu kaslara ve karaciğere yönlendiren hormondur. Sonuç olarak, kan şekeri (bazen olması gereken sınırın da altına) düşer. Yüksek düzeydeki glukoz ve İnsülin, kandaki trigliserit düzeyini artırıp ve HDL düzeyini azaltarak kalp sağlığı üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir. Glukozda ani düşüş, karbonhidratça zengin yemeklerden sonra daha fazla acıkmaya yol açabilir ve böylece aşırı yeme, sonucunda da aşırı şimanlığa neden olur. Yapılan epidemiyolojik çalışmalar sonucunda, arıtılmış tahıl ve patatesten gelen fazlaca nişasta tüketiminin, Tip II Şeker hastalığı ve kalp hastalıklarıyla ilişkili olduğu bulunmuş. Aksine, daha fazla lif tüketimi bu hastalıkların risklerinin düşmesinde etkili. Ancak, lif tüketimi daha önce ileri
|
|||
|
||||
|
||||
|
||||
|
||||
YAŞLANMAYA KARŞI
|
||||
|
||||
Uzun yaşamı sağlayacak bir İlaç bulma umudu söylencelerden, kitaplardan, filmlerden bilimsel araştırma merkezlerine taşınalı çok oldu. Çalışmalar, uzun yaşamın hâlâ bir ütopya olduğunu, ancak yaşlanmanın yavaşla-tılabileceğini gösteriyor. Şu anda dünyadaki birçok araştırma merkezinde yaşlanmayı yavaşlatacak mekanizmalar ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Yaşlanmak, moleküler ve hücresel zararların artmasıyla doğal olarak canlılık işlevlerinin zayıflaması, yavaşlaması demek. Moleküler ve hücresel düzeyde araştırmalar, yaşlanmayı yavaşlatacak ilaçların ufukta göründüğünü gösteriyor. Çünkü, düşük kalorili, besin gruplarının iyi dengelendiği sağlıklı bir beslenme tarzıyla yaşlanmanın ya-vaşlatılabileceği konusundaki bulgular, yabana atılır sayıda değil. Uzmanlar, "kalori kısıtlaması" denen uygulamayla, yaşlanmaya karşı bir adım öne geçtiklerini düşünüyorlar.
Kalori kısıtlaması uygulaması basit. Örneğin, bir yetişkinin normalde günlük alması gereken 2500 kalori, gerekli besinlerin yeterli miktarda alınması koşuluyla 1750'ye düşürülüyor. Yani, kalori alımı yaklaşık %30 azaltılıyor. Bu azalmadan elde edilecek yararlar düşünülecek olursa, uygulama "açlıkla terbiye olmak" biçiminde gözükmüyor. Çünkü, düşük kalorili bir beslenmeyle elde edilen, yalnızca kilo kaybı ve İnce bir bel; yani sağlıklı bir görünüş değil. Yaşlanmayla birlikte ortaya çıkan şeker, damar tıkanıklığı, kalp, kanser gibi hastalıklara yakalanma riski de azalıyor. Kandaki İnsülin, glukoz (basit şeker), kolesterol ve trigliserid oranları düşerken '"'iyi" kolesterol oranı artırıyor. Yaşlanmayla kimi hormonların oranlarının azaldığı biliniyor.
|
Kalori kısıtlamasıyla bu düşüş yavaşlatılıyor. Diğer yandan, kalori kısıtlaması büyüme, gelişme ve metabolizmayla ilgili değişikliklere de yol açıyor. Araştırmalarda, üzerinde çalışılan kimi hayvanların üreme ve iskelet sistemlerinin gelişim süresinin uzadığı ve vücut ısılarının düştüğü gözlenmiş. Ancak, kalori kısıtlaması uygulamaları sonuçlarına, bir yandan da kuşkuyla bakılıyor. 1930'larda başlayan düşük kalorili diyet uygulamalarıyla yaşlanma arasındaki İlişkilerin İncelendiği çalışmalarda bir canlı türünde öne sürülen bir kuram, diğerinde çürütülmüş. Mayalardan, sirkesineklerine, toprak kurtçuklarına, örümceklerden, fare ve deney farelerine kadar uzanan geniş bir yelpazedeki canlılarla çalışılmış. Elbette her birinin farklı yaşam süreleri ve farklı metabolizma hızları var. İşleri genetik etkenler de karıştırıyor. Tüm bunlar, elde edilen bulguları
|
insana uygulamayı zorlaştırıyor. Bu nedenle 1980'lerin sonlan ve 19907la-rm başlarında, maymunlarla yapılan çalışmalar, benzerlik kurmak açısından dikkate değer. Laboratuvar sonuçları, kalori kısıtlamasıyla bir maymun türünün yaşam süresinin 24'ten 40'a, diğerinin yaşam süresinin 19'dan 28'e çıktığını gösteriyor.
Maymunlardan alman olumlu sonuçlarla kalori kısıtlamasının iyice peşine düşen araştırmacılar, hücrenin metabolizmasındaki değişimleri incelemeye karar vermişler. Metabolizmadan, kandaki glukozun hücreye alınması ve bunun hücresel etkinlikler için kullanılabilir yakıta çevrilmesi anlaşılmalı. Bu durumda, kalori kısıtlamasıyla hücre içine daha az glukoz alınacak. Bu da daha az yakıt demek. Acaba, hücre işlevleri bundan nasıl etkilenecek? Soru bu... Bu noktada birkaç biyoloji bilgisini hatırlamak gerekiyor. Besinlerimizdeki karbonhidratların parçalanmasıyla elde edilen glukozun, hücrelere girişini sağlayan kapı, İnsülin hormonu var. Yemek yedikten sonra kandaki glukoz oranı artarken bu hormon salgılanıyor. Glukoz hücreye girdikten sonra, sitoplazmada enzimler aracılığıyla işleniyor ve sonra hücrenin enerji üretimiyle ilgili bi-rimi olan mitokondride, hücresel etkinliklerde kullanılan yakıt olan ATP (adenozintrifosfat) molekülüne çevriliyor. İşte, uzun yıllardır kalori kısıtlaması uygulamasıyla uğraşan, Mark Lane, Donald Ingram ve Geor-ge Roth, hücre metabolizmasındaki tüm bu olayları gözden geçirirken, literatürde bir molekülle karşılaşmışlar: 2-de-oksi-D-glukoz (2DG). Bu molekül, 1940-1950'li yıllarda kanser araştırmala-
|
||
|
||||
|
||||
Bİ LİM veTEKNİK 14 Kasım 2004
|
||||
|
||||
|
|||||||
SI ''YALANCI ŞEKER"
|
|||||||
|
|||||||
rında kullanılmış. Bilimadamlarmın ilgisini çeken 2DG'nin etkileri. Çünkü araştırma sonuçlarından, bu molekülün kandaki İnsülin oranını ve vücut sıcaklığını düşürdüğü, kimi hormanların azalmasını yavaşlattığı ortaya çıkmış. Üç bilimadamı, 2DG'nin kalori kısıtlaması uygulaması yerine kullanılabileceğini akıl etmiş ve bu molekülün hücre metabolizmasındaki yerini anlamak için kollan sıvamışlar. 2DG, glukoza benzerliğiyle kolayca hücreye giriyor. Onu, "yalancı şeker" olarak düşünebiliriz. Bu arada normal glukozun da hücreye girdiğini, enzimlerle işlendiğini düşünün. Bu işlemler, kimyasal tepkimeler. Kimyasal tepkimelerde ara moleküller ortaya çıkıyor. 2DG'nİn yaptığı da, bu ara moleküllere bağlanarak glukozun işlenmesi sırasında görev yapan bir enzimin etkinliğini engellemek. Sonuç, az glukoz işletilmesi, tıpkı kalori kısıtlaması uygulamasında olduğu gibi. Bu yönüyle 2DG, "taklitçi" bir molekül olarak çalışıyor. Üstelik bu taklitçiliğin en iyi yanı, vücuda normal miktarda besin alınması. Bu arada, az glukoz işlenmesiyle elde edilen ATP miktarı da düşük ve ancak hücrenin yaşamsal gereksinimlerini karşılayabiliyor. ATP'nin az üretilmesi, ilk bakışta sorun gibi görünüyor, başbelası "serbest radikal"lerden habersizseniz! Bilimadamlan, uzun zamandan beri serbest radikallerin yaşlanmayla doğrudan ilişkisini biliyorlar. Onlara yaşlanma tetikleyicileri olarak bakılıyor. Serbest radikaller, hücre içinde glukoz işlenip, ATP üretilirken kimi kimyasal tepkimelerden doğal olarak ortaya çıkıyorlar. Hücre içinde diğer moleküllere kolayca bağlanarak, hücre İçindeki yapılarda kalıcı zararlara neden oluyorlar. Taklitçi 2DG, ATP üretimini azaltarak daha az serbest radikal oluşmasını da sağlıyor. Bu, 2DG'yi bir anda yaşlanmayı yavaşlatıcı ilaç olarak sahneye koyuyor. Üstelik, 2DG'nin araya girmesiyle glukozun işletimindeki kimi ara ürünler oluşmuyor. Bunların, yemekten sonra pankreastaki hücreleri insülin salgılaması İçin uyardıkları düşünülüyor. Ara ürünlerin azalmasıyla, İnsülin salgılanması kısıtlanıyor ve
|
Hücre metabolizmasında, glukozun enzimler aracılığıyla işlenmesiyle ATP üretilir. Kalori kısıtlaması uygulamasında, daha az glukoz işlenir. Bu da daha az ATP demek. 2DG molekülü kullanılarak, kalori kısıtlaması taklit edilir. 2DG, glukoz ara moleküllerine bağlanarak enzim etkinliğini engeller. Bunun sonucunda, yine daha az glukoz işlenerek daha az ATP üretilir.
|
|
|
||||
|
|
||||||
|
|||||||
vücuttaki insülinin istenmeyen etkinlikleri azalıyor. Bu, yaşlanmakla birlikte ortaya çıkan şeker hastalığına karşı iyi haber. Bir iyi haber de, hücre azla yetinmeye başladığında, "kendini koru" düğmesine basılması. Kıtlık durumunda da canlılar, benzer dönem içine giriyorlar. Kısıtlı ATP üretimiyle, devamlılığı korumak dışındaki hücresel etkinlikler duruyor. Bu, kalori kısıtlaması uygulamasında büyüme ve çoğalmayla ilgili etkinliklerin neden yavaşladığını ve vücut sıcaklığının neden düştüğünü açıklıyor,
İyi haberler olur da kötü haberler olmaz mı? 2DG'nin dozu önemli. Araştırmalar, molekülün düşük dozlarda güvenli olduğunu, yüksek dozlarda toksik etki göstererek hücreye zarar verdiğini ortaya koyuyor. Kimi hayvanlarda kalori kısıtlamasıyla karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen hormon insüline karşı duyarlılığın arttığı da gözlenmiş. Bir de araştırmaların ge-
|
nelde hayvanlarda yapılıyor olması, insanlardaki etkisinin bilinmemesi soru işaretleri doğuruyor. Ancak, araştırmalar devam ediyor; bilimadamları, 2DG dışında başka taklitçi molekülleri de inceliyorlar. Bu moleküller aracılığıyla insanların kalori kısıtlaması yapmadan daha uzun, daha sağlıklı yaşamaları mümkün. Gerçekte, binlerce yıldır kurtulamadığımız, peşimizi bırakmayan yaşlanmakla birlikte gelen "bir ayağı çukurda olma" kaygısı o kadar yüksek ki, araştırmaların en kısa zamanda sonuçlanması, piyasalarda yaşlanmayı yavaşlatacak ilaçların boy göstermesi yakın görünüyor. Şu an için bildiğimiz, taklitçi moleküllerle hücrenin metabolizmasını kandırarak yaşlanmaya karşı bir adım daha öne geçtiğimiz.
Tuğba Can
|
||||||
|
|||||||
|
|||||||
|
|||||||
|
|||||||